Ekonomik yaptırımlar, tarih boyunca ülkeler tarafından uygulanmış ve bundan sonra da muhtemelen uygulanmaya devam edecek bir dış politika aracıdır. En basit anlatımıyla ekonomik yaptırım, bir ülkenin siyasi amaçlar da dahil olmak üzere kendi hedeflerine ulaşmak için ekonomik gücünü ve ticaret, yatırım, sermaye akışı gibi ekonomik enstrümanlarını kullanarak diğer bir ülke üzerinde baskı uygulamasıdır.
Ancak küresel ekonominin aktörler arasındaki bağlantılılık ve karşılıklı bağımlılık üzerinden şekillendiği, başka bir deyişle küresel ekonominin birbirlerinden izole aktörlerden oluşmadığı, tam tersine her aktörün birbiriyle iş yaptığı ve birbirine ihtiyaç duyduğu bir dönemde ekonomik yaptırımlar, geri tepme ve uygulayan tarafa da zarar verme riskini barındırıyor. Bu nedenle ekonomik yaptırımların, hedefe yönelik, kısıtlı ve kontrollü bir şekilde uygulamaya konulması gerekirken, Donald Trump'ın başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana küresel egemen ABD'nin bu aracı neredeyse sınırsız bir şekilde kullandığını, kullanırken dost düşman ayrımı yapmadığını, bir yandan ekonomik yaptırımları hayata geçirirken diğer yandan daha fazlasını yapacağı yönünde tehdit ve şantajlara da başvurduğunu görüyoruz. Bu durum da küresel ekonomiyi derin bir belirsizliğe sürüklüyor.
Ekonomik yaptırımların en çok kullanılan şekli gümrük tarifeleri ve ABD'nin bunu bir süredir başta Çin, sonrasında Avrupa Birliği (AB) ülkeleri, Kanada ve Meksika gibi komşu ülkeler ve son olarak da Türkiye'ye karşı uyguladığını, gümrük vergilerini yükselttiğini, eğer isteklerine uyulmazsa yeni listeler çıkartıp ticarete konu olan daha fazla mal kalemini de kapsam altına alacağı tehdidinde bulunduğunu görüyoruz. Yapılanın ne olduğunu geçtiğimiz haftalarda Çin tarafı hiç lafı dolandırmadan net bir şekilde ifade etti. Trump yönetiminin, Çin'den ithal edilen 50 milyar dolarlık ürün üzerindeki tarifeleri artırması, 200 milyar dolarlık yeni bir listenin hazırlandığını ve Çin buna bir misilleme yaparsa buna bir 200 milyar doların daha ekleneceğini açıklaması üzerine, Çin'in Ticaret Bakanlığı bir beyanatta bulunarak yapılanın "aşırı bir baskı ve şantaj" olduğunu bildirdi.
TRUMP'IN YAPTIRIMLARI ABD'Lİ ÜRETİCİLERİ DE ZARAR VERİYOR
Ekonomik yaptırımların farklı modelleri de var. Birisi kotalar, yani ticarete hacim üzerinden kısıtlama getirilmesi. Ambargolar ise ülkeler arasında ticaret, yatırım ve sermaye akışı gibi ekonomik ilişkilerin bloke edilmesi ya da kısıtlanması üzerinden hayata geçiriliyor, ki bunu da son olarak ABD, İran üzerinde uyguladı. Burada da bir tehdit ve şantaj iklimi oluştu. ABD, sadece İran ile ekonomik ilişkilerini kesmiyor, aynı zamanda İran ile iş yapan üçüncü ülkelerin bunu sürdürmeleri durumunda ABD ile iş yapamayacakları tehdidini savuruyor. ABD'nin ve Amerikan dolarının küresel ekonomideki egemen konumu, bunu söz konusu firmalar için çok maliyetli bir tercih haline getiriyor: Ya İran'daki yatırımlarınızdan ve beklentilerinizden vazgeçeceksiniz, ya da ABD'li müşterilerinizi, tedarikçilerinizi, ABD'li bankaları ve finans imkanlarını unutacaksınız. Tabir yerindeyse, İran'da iş yapan Avrupalı firmalar dahil yabancı kuruluşlara ABD'nin sunduğu tercih şu: Kırk katır mı, kırk satır mı?
Tarife dışı engeller ve hedefe alınan ülkelerin hükümetlerine, kurumlarına ya da bireylerine ait mal varlıklarına el koymak da ekonomik yaptırımların diğer birer çeşidi. Bunların da ABD tarafından giderek artan bir oranda kullandığını görüyoruz.
Peki, ABD bunu neden yapıyor? Öncelikle burada "ABD" derken söz konusu yaptırımların, tehditlerin ve şantajların doğrudan Beyaz Saray çıkışlı olduğunu görüyoruz. Yani burada devamlılığı olan bir ABD politikasından ziyade Donald Trump'ın kendi tercihlerinden bahsetmek daha doğru olacak. Trump, ABD'nin zaten büyük bir ticaret açığı olduğu için (2017 yılı itibariyle 795,7 milyar dolar) küresel ticaretin bu şekilde yaptırımlar, tehditler ve şantajlar üzerinden yeniden şekillendirilmesinden fazla kaybedecek bir şeyi olmadığını, bugüne kadar ABD'nin küresel bir egemen olmanın getirdiği sorumluluklar nedeniyle piyasalarını sonuna kadar diğer ülkelere açtığını, bunun karşılığında kendi ürünlerine o ülkelerin pazarlarında yeterince yer bulamadığını, bunun da adaletsiz bir durum meydana getirdiğini düşünüyor. Bu nedenle baskı uygulayarak, yaptırımları devreye sokarak ya da tehdit ederek istediğini alabileceği, diğer ülkeleri tabir yerindeyse "hizaya getirebileceği" düşüncesinde.
Ancak gelinen noktada görüyoruz ki (ve Trump'ın da gördüğünü ümit ediyoruz ki) bugünün küresel ekonomisinde yaptırımlar, tehditler ve şantajlar tam olarak da uygulayıcının istediği sonuçları veremiyor. Her şeyden önce ABD yönetiminin uygulamalarından öncelikle Amerikan üreticisi ve tüketicisi zarar görüyor. Örneğin Çin'den alınan çeliğe yüzde 25 vergi konulduğunda, bundan ABD'li çelik üreticisi tabii ki memnun oluyor. Ancak diğer yandan ithal çeliği girdi olarak kullanan diğer tüm sektörler ve bu sektörlerin ürünlerini kullanan tüm ABD'li tüketiciler durumdan mağdur oluyor. İşte bu nedendir ki, Amerikan firmaları şu sıralar art arda başvurular yaparak kendileri için tarife artışlarından muafiyet talebinde bulunuyorlar. Son birkaç ay içerisinde sadece demir, çelik ve alüminyum tarifelerinden muafiyet için ABD Ticaret Bakanlığı'na başvuru yapan Amerikalı firmaların sayısı 20 bini buldu. Diğer yandan yaptırıma maruz kalan ülkelerin ABD'ye karşı kendi yaptırımlarıyla karşılık vermeleri (son olarak Türkiye, ABD'nin kendine uyguladığı demir ve çelik vergilerine, ABD'den alınan başta otomobil, alkol ve tütün ürünleri olmak üzere birçok kaleme ek vergi getirerek karşılık verdi) yine en çok ABD'li firmalara zarar veriyor. Bu durumda muafiyetler de işe yaramıyor. Son olarak motosiklet üreten ve aslında Amerikan kültürünün de ikonlarından biri sayılabilecek olan Harley Davidson, AB'nin getirdiği vergiler nedeniyle kendisi açısından çok önemli olan bu pazarda zor duruma düştüğü için ABD'deki üretiminin büyük bir kısmını durdurup operasyonlarını yurtdışına taşımaya karar verdi. Harley Davidson, bu şekilde ABD'ye yapılan misillemelerden ve karşı karşıya kaldığı ek vergilerden kendisini kurtarmak istiyor ve her ne kadar Donald Trump bu karara "Ben sizin için o kadar şey yaptım; karşılığınız bu mu?" mealinde bir tweet ile tepki verdiyse de söz konusu firmayı başka ABD'li şirketlerin takip edeceğini öngörmek de zor değil.
KÜRESEL EKONOMİDE KIRILGANIK DEVAM EDİYOR
Art arda uygulanan yaptırımlar, tehditler ve şantajlar, küresel ekonomiyi derin bir belirsizliğin içine doğru itiyor. Küresel ekonomi, 2007-2008 döneminde patlak veren küresel krizin etkilerinden halen tam olarak kurtulamadı. Her ne kadar Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre dünyanın toplam gayri safi yurtiçi hasılası 2017 yılında yüzde 3,8 oranında büyümüşse ve bu büyümenin ardında küresel ticaretin ve doğrudan yabancı yatırımların yeniden güç kazanması gibi sağlam temeller varsa da küresel ekonominin kırılganlıkları devam ediyor. Küresel ekonomide bundan sonra da kapsayıcı büyümenin teşvik edilmesi, bu çerçevede yeni teknolojileri kullanan, yüksek katma değerli, yüksek üretkenlik sağlayan ve istihdam oluşturan üretim süreçlerinin desteklenmesi, özellikle açık veren ülkelerin dış şoklara karşı daha korunaklı hale gelmesi, risklerin daha iyi yönetilmesi ve genel olarak ekonomik işbirliklerinin artırılarak daha fazla değer üretilmesi gerekiyor. Halbuki yaptırımlar, tehditler ve şantajlar ile ifade edilen mevcut ortam, bunun tam tersine işaret ediyor: riskler ve belirsizlikler artıyor, ticaretin ve yatırımın maliyeti artıyor, müttefikler arasında bile güvensizlikler derinleşerek işbirlikleri ve ortak değer yaratım süreçleri baltalanıyor. Bu sürecin bir kazananı olması imkansız.
Trump yönetimi küresel ekonomiyi "önce Amerika" diyerek ve "ticaret savaşları iyidir, kolay kazanılır" diye tweet atarak bu noktaya getirdi ve ne yazık ki daha devam edecek bir sürecin, giderek keskinleşecek bir belirsizlik ve güvensizlik döneminin henüz sadece başındayız. Ülkelerin ve ülkeleri yönetenlerin "önce biz" demeleri yadırganamaz; şüphesiz ki ulusal çıkarlar daima önde gelir. Ancak bu çıkarları karşılıklı bağımlılıkların olduğu, üretimin küresel değer zincirleri üzerinden yapıldığı, herkesin birbirine ihtiyaç duyduğu bir küresel ekonomi içerisinde aramak ve dolayısıyla izolasyonu değil işbirliğini tercih etmek gerekiyor. Küresel ekonomi bir gemi ve bu gemi 2008 yılında iyice dalgalanan, bugün ise üzerine ağır bir sis çöken bir denizde ilerliyor. Ve hepimiz de aynı gemideyiz.
[Doktorasını Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde tamamlayan Altay Atlı, Koç Üniversitesi öğretim görevlisidir]