Kudüs denilince aklımıza gelen hep aynı fotoğraftır. Sarı kubbesinin insanı kendine davet eden parlaklığıyla Kubbet'ü-Sahra… O sarının içinde nice anlamlar gizlidir. Bana hep çölde bir vahayı çağrıştırır, o vahanın içinde görülecek bir serap gibidir Kudüs. İçinde barınan anlamlar kadar, geçmişiyle ve geleceğiyle ilgili düşünülenler ve yazılanlar, Kudüs'ü bizim için çok ayrı bir yere koyuyor. Bazı şehirler dişil, bazı şehirler de erildir. Hatta kentler ve şehirler diye ayrı tanımlardan söz edilebilir. Şehir her zaman kendiliğindendir. Sanki o şehir o coğrafya parçasında olmasa, haritada kocaman bir boşluk oluşur. Kent ise yapay bir şeydir. Sonradan kurulur, planlanır ve neredeyse oluşturulur. Bu anlamda şehre ne kadar müdahale ederseniz edin, şehir kendini başka bir uzantıda başka bir uzam üzerinde yeniden kurabilir. Kent ise öyle değildir elbette; yeni bir müdahale ve yeni bir plan bekler. Evet, tam da buradan konuşmak gerekir bu ayrımı; kent bekler, şehir ise beklenir. Birinde nasip vardır diğerinde ise nasibi zorlamak… Kudüs ise kent ve şehir ayrımı içinde apayrı bir anlamı ihtiva eder. Sezai beyin şiirinde belirttiği gibi 'gökte yapılıp yere indirilen bir şehir'dir. Her taşı, her köşe başı kutsallık pınarından su çekmiştir içine.
Kudüs, Türk şiirinin ilgisine 1960'lı yılların sonunda girmiştir. 60'lı yıllardan önce çeşitli hatıratlarda görülür şehir. Aslında bu ilgi, Cumhuriyet'in ümmete dair düşüncelerimizin üzerinden bir fay hattı gibi geçmesiyle gelişemez bir türlü. I. Dünya Savaşı'nda Arapların İngilizlerin kışkırtmalarıyla Osmanlı'ya ihanet etmeleri Türkiye'de bir Arap düşmanlığı doğurur. Bir de tabii şu var ki, 14 Mayıs 1948'de Filistin'de İsrail devleti kurulduğunda Türkiye, terörist İsrail devletini ilk tanıyan ülkeler arasında yer aldı. Reel politik midir, yoksa başka sebeplerle midir bilmem fakat bu durum 60'lı yıllara gelinceye dek Müslüman coğrafyaya karşı bir ilgisizlik doğurmuştur. 1967 Arap-İsrail Savaşı, Türkiye'deki ilgisizliğin son bulduğu ve hem Müslüman coğrafyaya hem de Filistin'e dair duyarlığın geliştiği bir zaman dilimidir.
Karakoç'un alınyazısı saati
İlginin gelişmesi elbette sadece Arap-İsrail savaşıyla değil, aynı zamanda Türkiye'de Müslümanların siyasette söz sahibi olmasıyla başladı. Müslüman gençlik hareketleri hızla gelişiyor, ümmete dair bilgi alma alanları gitgide artıyordu. Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu'su, Sezai Karakoç'un Diriliş dergisi ve daha sonra kurulan Nuri Pakdil'in Edebiyat dergisi ile Cahit Zarifoğlu'nun Mavera dergisi, mütedeyyin okuryazarların kendine güvenini artırmış, edebiyat eliyle düşüncenin hem Batı'daki hem de Doğu'daki kanallarına vakıf olunmaya başlanmıştı. Bu anlamda ümmet algısı ve özelinde Filistin duyarlığı ilk olarak Sezai Karakoç'la gelişir. 1969'da Mescid-i Aksa'nın Yahudilerce yakılması üzerine Karakoç, Diriliş dergisinin 1'inci sayısında Ey Yahudi isimli bir şiir yayımlar:
"Nihayet Mescid-i Aksa'yı da
yaktın ey Yahudi!..
Asırlardır insanlığın ruhunu
yaktığın gibi ey Yahudi!..
Aya çıkarak göğe çıktığını sandın
ey Yahudi!.
Göğe çıktığına inanır inanmaz
Büyük Peygamberin göğe çıktığı yeri
yaktın ey Yahudi!..
Mescid-i Aksa'yı yaktın ey Yahudi!..
Daha doğrusu yaktığını sandın
ey Yahudi!..
Senin yaktığın gökteki Mescid-i Aksa'nın ancak gölgesidir
ey Yahudi!..
Senin yaktığın Mescid-i Aksa'nın
ruhu değil
Taş, toprak ve ağaçtan işaretidir
ey Yahudi!."
Sezai Bey'in şiirinin ardından Filistin ve özelinde Kudüs bir mesele olarak girer Müslüman şairlerin gündemine. Sadece şiirlerde de kalmaz bu duyarlık, giderek başlı başına bir düşünme ve keşfetme sahasına dönüşür. Simgeleşir, anahtar olma özelliği kazanır. Her düşünce ekolünün bazı ayırt edici simgeleri vardır; Türkiye'deki İslamcılık düşüncesinin de ana simgelerinden biridir Kudüs. Bu simgeler başka simgelerle beraber giderek büyür ve gelişir; Mescid-i Aksa'nın yanına Ayasofya eklenir. Daha sonra Afganistan meselesi. Diğer ümmet coğrafyası… Bağdat, Mekke, Medine, Endülüs, Eritre, Azerbaycan ve Filipinler Karakoç'un şiir ve gazete yazılarından başlayarak Müslümanların gündemine girer.
Kudüs şairi: M. Akif İnan
Kudüs ve diğer ümmet coğrafyasına duyulan ilgi sonucunda 70 kuşağı şairleri de şiirlerinde bu coğrafyayı anmaya başlarlar. Az şiir yazmasına rağmen bazı şiirleriyle çok önemli bir yere yerleşen M. Akif İnan, zamanla Kudüs şairi olarak anılmaya başlanmıştır. İnan'ın Mescid-i Aksa şiiri bir duyarlığı yansıtmanın ötesinde daha trajik, daha duygusal bir ilginin sınırlarını çizer. Çünkü Filistin yakından izlenmeye başlanmış, genç İslamcılar orada süren acının ve zulmün yakın tanığı olmaya başlamışlardır…
Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnımı koydum
Sanki bir yer altı nehri çağlıyordu
(…)
Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde
Götür Müslümana selam diyordu
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslâm diyordu
Akif İnan'la birlikte Cahit Zarifoğlu da Daralan Vakitler şiirinde Filistin'de gaz bombaları ile yapılan katliamı, tank paletleriyle ezilmiş babaları anlatır. "El ele tut/Taş al ve at/Kâfiri bulur" dizeleriyle yaşadığı zamana karşı karamsar ama geleceğe karşı umutla dolu bir şairin haykırışını dillendirir Zarifoğlu.
Anneler, Kudüsler ve Pakdil
Türk şiirindeki Kudüs algısı birkaç şairle de sınırlı değildir elbette. Özellikle Nuri Pakdil'in "eylem"ini Kudüs üzerinden kurması dikkate değerdir. Mehmet Akif için "Asım'ın Nesli", Necip Fazıl için "Büyük Doğu", Sezai Karakoç için "Diriliş" neyse Nuri Pakdil için de "Kudüs" odur. Pakdil, saatini hep Kudüs'e göre ayarlar. Pakdil, "Kutsal ekmek, kutsal emek, kutsal el"iyle kurduğu Edebiyat dergisinde "devrimcilik" vurgusuna ve aksiyona çok önem verir. Yine de dönemin İslamcıları açısından karmaşık bir algıdır bu. Pakdil'in o dönemki Öztürkçeciliği yanında işleyen Kudüs ilgisini, günümüzde "romantik" kelimesiyle tanımlanan ama bizce "duygusal entelektüellik" diye tanımlanabilecek bir algıdan ayırt etmek zordur. Yazının başında bahsettiğim simge tutkusu Edebiyat dergisinin ve Pakdil'in hiç vazgeçmediği bir eğilimdir. Yazılarında ve şiirsel metinlerinde mesele gelir hep Kudüs'e dayanır. Özellikle Anneler ve Kudüsler şiiri herhalde Kudüs için yazılmış en önemli ve en güzel şiirlerden birisidir desek abartmış sayılmayız:
"Tûr Dağını yaşa
Ki bilesin nerde Kudüs
Ben Kudüs'ü kol saati gibi taşıyorum
*
Ayarlanmadan Kudüs'e
Boşuna vakit geçirirsin
Buz tutar
Gözün görmez olur
*
Gel
Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar
*
Adam baba olunca
İçinde bir Kudüs canlanır
*
Yürü kardeşim
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin"
"Sanatla Kudüs rüzgârları estirmeli" diyen Pakdil'in Kudüs ilgisinin her zaman tashihe muhtaç bir yanı vardır. Buradaki Kudüs ilgisi şehirdeki mabetlere duyulan bir sevgi midir, Filistin davasına mı; Kudüs'ün işgal altında olduğu fikrine karşı duyulan bir ilgi midir pek de net değildir. Mekke ve Medine'nin, Bağdat'ın, Şam'ın, Halep'in, yani İslam'ın şehirlerinin işgal altında olduğu fikri İslamcılığın ana düşünce kanallarından biridir. Buradaki kapsayıcılığın Sezai Karakoç'la birlikte geliştiğini söylemiştik. Çünkü Karakoç'un şehirleri o kanalların hepsini dolaşır: "Bırak ben ağlayayım, esir pazarında satılan Afganistan'a, açlıktan milyonları kırılan Afrika'ya,Filipinler'e, Habeşistan'a, Eritre'ye, Filistin'e, esaret prangasıyla kıvranan Kafkaslar, Azerbaycan ve Türkistan'a, bütün milletlere ülkelere ben ağlayayım, sen demir gibi olmalısın, çelik gibi sabah yıldızı… Sen Diriliş yıldızısın, büyük tanığısın, Allah'a inanmanın."
Tofaş'la Afganistan yollarında
Edebiyatımızdaki Kudüs sevgisi çığır açıcı bir anahtar işlevi de görür. Filistin coğrafyası diğer ümmet topluluklarını çağrıştırır ve Müslüman şair ve yazarlar eserlerinde bu toprakların insanlarıyla bağlantı kurmaya başlarlar. Mesela Cahit Zarifoğlu'nun Mavera dergisinde yayımlanan Meral Maruf'un mektupları, enformasyonun bugünkü kadar kolay olmadığı yıllarda Afgan cihadına dair taze haberleri okumamızı sağlar. Afganistan'ın Ruslar tarafından işgal edilmesinden sonra ailesiyle birlikte Pakistan'a hicret eden Maruf, Zarifoğlu'na sürekli yeni mektuplar yazar. Okurların daha sonra da kitaplaşacak olan bu mektuplar vesilesiyle tanıdığı Maruf, Hicret Günleri, Afganistan Mektupları ve Dullar Kampı adlı üç eser yayımlar. Dönemin Akabe Yayınları arasında çıkan bu kitapların baskılarını bulmak artık ne yazık ki çok güç.
İşgal altındaki Kudüs'le birlikte başlayan ve Müslüman coğrafyada o an nerede işgal sancısı varsa oraya yönelen anlama, tanıma ve öğrenme tutkusu garip hikâyelerin yaşanmasına da yol açar. Mesela Ersin Nazif Gündoğan'ın anlattığı bir Afganistan hikâyesi vardır ki, epey ilginçtir… Afganistan'da savaş devam ederken bir şeyler yapmanın derdini taşıyan Zarifoğlu ve arkadaşları sadece bu meseleyi yazmakla yetinmezler. Afganların özgürlük mücadelelerini yerinde görüntülemek için ilginç bir girişimde bulunurlar. Aralarında yönetmenlerin, şair ve yazarların olduğu bir heyet kurulur ve gidip o zamanki TOFAŞ yetkilileri ile görüşülür. Sultanahmet'ten Taç Mahal'e kadar bir tanıtıcı film çalışmasından bahsederek firmadan iki araba alınır. Aralarında Yücel Çakmaklı, Ahmet Beyazıt, Şenol Demiröz, Erdem Beyazıt ve İbrahim Sarıoğlu gibi isimlerin katılımıyla iki aylık süren bir Afganistan yolculuğu yapılır. Tabii bu organizasyonun en önemli ismi yolculuğa bizzat katılmamış olsa bile Zarifoğlu'dur.
Kudüs bir şehirden çok bir fikrin, eylemin, tutsaklık ve özgürlük mücadelesinin simgeleşmiş anıt kavramlarından birisi olmuştur Müslüman edebiyatçılar için. Bu simge içinde nice anlamlar barındırır. Kudüs'ün kutsal bir şehir olması fikri onu İslam'ın diğer şehirlerini anlamamız için anahtar bir şehir kılar. Yine de bu sevginin Mekke ve Medine gibi iki ana şehre duyulan sevgiyi örtmesinden korkarım. Çünkü sevginin kaynağının vatanı o iki şehirdir.
KAYNAK: MUSTAFA AKAR / LACİVERT DERGİSİ