Nobel Ödülü'nü almaya hak kazanmış Osmanlı edebiyatçıları
Tarih sahnesinde, yeryüzüne asırlarca hâkimiyet kurmuş Osmanlı Devleti genişledikçe, sözcük birikimiyle dikkat çeken Türkçe de genişliyordu. Dilimizin birikimi beraberinde edebiyatın da hazinelerini çoğaltmıştı. Hatta 19'uncu yüzyılın Osmanlısına, Nobel Ödülleri için törenden 16 ay evvel bir davet gönderildi. Üç edebiyatçımız da taşıdıkları verimli ve zengin Osmanlı etkileriyle Nobel Ödülü'nü kazanmaya hak kazandı.
9 Ekim 1892 yılında Bosna – Hersek'te bulunan Travnik (vezirler şehri olarak da bilinir) yakınlarındaki Dolac köyünde doğdu. Orta sınıf bir ailenin oğluydu. Küçük yaşta babasını kaybedince 9 yaşında teyzesinin yanına, Vişegrad'a taşındı. İlköğrenimi bitince yeniden annesinin yanına döndü.
Ortaöğrenimine Saraybosna'da başladı ve ilk şiirini dokuz yaşında yazdı. 1913 yılında Zagreb Ünivesitesi'nden Viyana Üniversitesi'ne geçti. 1918 yılında Ex Ponto adlı kitabında şiirlerini derledi. Bu eserini Nemiri (Huzursuzluklar) adlı eseri takip etti.
Eserlerinde, 20. yüzyılın başlarındaki Bosna'dan yola çıkarak tüm insanlığın sorunlarını işledi.
1924'te Slav kültürü ve edebiyatı alanındaki öğrenimini tamamladı ve "Osmanlı Yönetimindeki Bosna-Hersek'te Kültür Yaşamı" konulu doktora tezini verdi. Birinci Dünya Savaşı yıllarında ülkesinin özgürlüğü için mücadele etti. Milliyetçi etkinliklerinden dolayı Avusturya-Macaristan yetkilileri tarafından bir süre gözaltında tutuldu.
1924 yılında Yugoslav Dışişleri Bakanlığı'nda göreve başladı. Budapeşte, Madrid, Cenevre ve Berlin'de dış görevlerde bulundu. 1920-1930 yılları arasında hikâyelerini derlediği kitaplar yayımladı. İlk derlemesiyle Slav Royal Akademi Ödülü'ne layık görüldü. 1926'da aynı akademiye üye olarak seçildi.
1941'de Nazilerin Yugoslavya'yı işgal etmesiyle başlayan süreçte inzivaya çekildi ve İkinci Dünya Savaşı yıllarını yazarak geçirdi. Bu dönemde Drina Köprüsü, Travnik Günlüğü ve Gospodica'yı (Saraybosnalı Kadın) yazdı. Savaştan sonra Nove Pripovetke (Yeni Hikâyeler, 1948) ve Uğursuz Avlu (1954) adlı kitapları yayımladı.
Bosna'nın tarihini anlattığı romanı Drina Köprüsü ile uluslararası üne kavuştu. 1949 yılında Yugoslavya Federal Meclisi'ne Bosna temsilcisi olarak seçildi ve Yugoslav Yazarlar Birliği'nin başkanlığını yürüttü.
1961'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı ve bu ödül edebiyat dünyasında özel olarak Drina Köprüsü'ne verilmiş gibi kabul edildi. Nobel Ödülü, temasını izlediği destansı güç için ve ülkesinin tarihinden alınan insan kaderlerini tasvir etmesi yönünden kendisine takdim edildi. Aynı yıl Yugoslavya'da her sene verilen Hayat Boyu Başarı Ödülü'ne layık görüldü.
13 Mart 1975'te Belgrad'da hayatını kaybetti.
1964 yılında Büyük Doğu dergisine yazdığı "Romancımız İvo Andriç" yazısında Sezai Karakoç bu durumu bütün berraklığıyla vurguluyor, şöyle diyordu:
"1961 yılı Nobel Edebiyat Armağanı Osmanlı edebiyatına verilmişti denilebilir. Hatta Osmanlı romanına. Çünkü: Bu yıl Nobel'i alan İvo Andriç, bir Yugoslav yazarı, bir Slav yazarı, hatta Avrupalı bir yazar olmaktan çok, bir OSMANLI YAZARIDIR. Gönüllü olarak Osmanlı tebaası bir yazardır sanki. Yalnız romanlarının kahramanlarıyla değil, yalnız romanının "zaman"ıyla değil, yalnız "mekân"ıyla değil, yalnız romanında örülen oluşlar ağıyla değil, batan bir dünyayı yavaş yavaş ortaya çıkarmayı deneme niyeti ve tarzıyla da, her biri bir yöne giden insan kütleleri içinde, imparatorluğun ağırlık merkezi olan bir bölgenin halkını değerlendirme ve bir medeniyet tarzı olarak sunma, orijinal bir kadro yakalama ve bundan yeni bir estetik kurma farkıyla da Osmanlıdır İvo Andriç."
Bunları Necip Fazıl'ın dergisinde yazan Karakoç, daha da ileri gider ve Andriç'i Osmanlıların "Homeros"u, eserini de bizim İlyada ve Odise'miz ilan eder. Bu eser, Osmanlı çoğulculuğu ve çok yanlılığının içinden yükselen "birlik türküsü"nü çağırmaktadır. Velhasıl, İvo Andriç iki açıdan Osmanlıdır.
Bir: Henüz Osmanlının terinin soğumadığı bir zamanda ve mekânda dünyaya gözlerini açması ve oradan beslenmesi anlamında.
İki: Eserine bu batmakta olan dünyanın son ışıklarını, veda türküsünü serpiştirdiği anlamda.
Yani kendisi Osmanlı olabilirdi ama eseri başka telden çalabilirdi ama bunu tercih etmedi. Eleştirdiği tarafları olsa bile, o bir Osmanlıydı, Osmanlının zenginlik ve derinliğini başarıyla yansıtarak ünlendi. Kendisinden, geçmişinden utanmadan, ona sövmeden, onunla yüzleşti, ondan beslendi ve kazanan o oldu.
"Bu köprü bir vezirin hayratıdır. Bu köprünün gâvur kuvvetlere geçit vermediği yazılıdır. Onu biz değil de ne kılıcın ne de tüfeğin etkilemeyeceği 'bir evliya koruyor. Düşman gelince o mezarından kalkacak, köprünün ortasında dikilecek...
Drina Köprüsü adlı eser, yazarı İvo Andric'in sosyal bilimci kimliğine rağmen, hiç şüphesiz, öncelikle edebi bir eserdir. Andriç, söz konusu eserinde, Drina Köprüsü'nün yapılışından yıkılışına kadarki süre içinde, asıl olarak, Vişegrad Kasabası üzerinden bölgenin siyasi ve sosyal hayatının değişip dönüşmesini anlatmak istemiştir. Bunu yaparken, esere merkez motif olarak, son derece isabetli bir seçimle, Drina Köprüsü'nü yerleştirir.
Bu seçim yazara, bölgede, tarih boyunca bir arada ve genel itibariyle barış ve huzur içinde yaşayagelen çeşitli etnik ve dini kökenden halkların, zamanla nasıl keskin kamplara ayrıldığının nedenlerini göstermek imkânını da verir.
Eserde merkez sosyal mekân olan Vişegrad kasabası, bir ucu Müslüman diğer ucu Hristiyan olan iki halkın köprü sayesinde (Kapiya'daki sosyal hayat) birleşerek bir arada yaşadıkları bir yer. Ayrıca burası, tarih boyunca, Avusturya-Macaristan işgali gibi, çeşitli siyasi nedenlerle pek çok farklı milletin de gelip yerleştiği bir yer olmuştur. Bu itibarla, Drina Irmağı üzerine inşa edilen köprü, coğrafi olarak Bosna-Hersek'i doğu-batı yönünde Asya ve Avrupa'ya bağlarken öte yandan da bütün bu farklı milletleri kaynaştıran yegâne birleştirici unsur olarak tasvir edilmiştir.
Romanda, köprüyü yapan iradenin –her ne kadar bölgeden devşirilen bir Osmanlı sadrazamı olan Sokullu'nun kişisel geçmişine bir borç ödemesi olarak lanse edilse de nihayetinde- Osmanlı iradesi olduğu tarihi bir hakikattir.
"Daha dün oracıkta olan ve onu yaratan Doğu... Son zamanlar çok sıkışmış, kemirilmiş olmasına rağmen daimi ve gerçek olan doğu, şimdi bir hayalet gibi birden kayboluvermişti. Artık köprü, şehrin iki yanı ile... Drina'nın iki yanındaki yirmi kadar bucak ve köyden başka bir yeri birleştirmiyordu."
"Nasıl bir ruh, bir yürek,
nasıl bir istek ve tutkuyla
yaşadık: yanılmışız!
değiştirdik öyle yaşamayı."
Yorgo Seferis, 1900 yılında İzmir'in Urla ilçesi sınırlarında bulunan Klazomenai tarihi kentinde doğdu. Şair Seferis, çocukluk yıllarını kışları İzmir'de, yazları Urla'da geçirirdi. Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte karşıt düşünceleriyle burada daha fazla tutunamayacağını anlayan babası, ailesini de yanına alarak Atina'ya göç etti.
Yunanistan'da eğitimine devam edip 1968'te Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde hukuk eğitimine başlar. İngiltere'de dil eğitimi alır ve hukuk eğitimi sırasında özellikle 1918-22 yılları arasında ilk şiirlerini yazmaya başlar.
Edmund Keeley ile Princeton'da yaptığı söyleşisinde şiirlerini çocukluk anıları altında gelişen imgelerle yazdığına değinen şair, ilham kaynağını İzmir ve Urla'da geçirdiği çocukluk yılları olarak açıklar.
Eğitimini tamamlayıp Yunanistan'da dış işlere başvurur. Seferis'in amacı edebiyattan kopmamak ve çalışmaktır. Dış işlerde çalışmaya başlar. Türkiye dâhil olmak üzere çeşitli elçiliklerde çalışır.