Ölümden bir şeyler umarak giden genç şair: Cahit Sıtkı Tarancı
Otuz beş yaşı yolun yarısı saydı, ömrünü tamamlayamadan 46 yaşında hayattan ayrıldı. Kendini çirkin gördü kimseyi sevemedi. Beşiktaşlı kız ve Cavidan Tınaz hayatının iki büyük sevdasıydı. Soylu bir ailenin oğluydu. Büyük makamların koltuk sevdasına değil, edebiyatın naif dünyasına kendini kaptırdı. Cahit Sıtkı Tarancı... Türk edebiyatının önde gelen bir şairi…
Tarancı, 4 Ekim 1910 yılında Diyarbakır'da dünyaya geldi. Babası, Diyarbakır'da ticaret ve ziraatla uğraşan köklü Pirinççizadeler ailesinden Bekir Sıtkı Bey; annesi, babasının amca kızı Arife Hanım'dır.
Ailesi, ona "Hüseyin Cahit" adını verdi. Akrabaları "Pirinççioğlu" soyadını aldığı halde Soyadı Kanunu çıktığı yıl pirinç ekiminden çok zarara uğrayan babası Bekir Sıtkı Bey, bu duruma kızarak "çiftçi" anlamına gelen "Tarancı" soyadını aldı.
ÇİRKİNLİK ONUN KARA TALİHİYDİ
Şiirleri, hikâyeleri, mektupları ile Türk edebiyatında önemli bir yere sahip olan Cahit Sıtkı Tarancı'nın sanatı ve hayata bakış tarzı üzerinde, fizikî görünümünün önemli bir etkiye sahip olduğunu söylemek mümkün. Kendisini çirkin bir kişi olarak gören Cahit Sıtkı, bu durumu kompleks haline getirmiş ve kara talih olarak bahsettiği bu hususiyet onun şiir, hikâye ve ruh dünyasını etkilemişti.
Cahit Sıtkı, fiziksel olarak yaşıtlarından büyük görünmekte, hatta yaşıtı olduğu sınıf arkadaşları tarafından "ağabey" diye çağırılmaktaydı. Şair, 1929 yılında kardeşi Nihâl'e yazdığı bir mektubunda bu konuya değinir:
"Güzel! Çirkin! Uzun! Kısa! Zengin! Fakir! Şerefli! Şerefsiz! Bütün bunlar hiç, baştan aşağı saçma ve lüzumsuz… Ama tuhaf değil midir ki yaşayabilmek için bu evsâfın iyilerini şahsında toplamak elzem ve elzemdir. Güzeli çizdim, geriye ne kaldı: Çirkin, kısa, fakir, şerefli!…(…) Eğer çirkinlik, kısalık, fakirlik olmasaydı yüzde yüz mesut olma şansı olurdu. Vakıa bazı zamanlar talimin bu müthiş haksızlığına bir arslan kükremesiyle haykırıyorum. Fakat emin ol ki sükûtî zamanlarımda çirkinliğimden, kısalığımdan adeta şeytanî bir zevk duyuyorum ve aynanın karşısına geçerek ne kadar küçük, ne kadar maskara olduğumu görerek gülmekten katılıyorum."
Sahip olduğu bu görünümü "kara talih" olarak tanımlayan Cahit Sıtkı hayatı boyunca çirkinlik kompleksinin etkisi altında kalmıştı. Ona göre mutluluğa ulaşmanın yolu çirkinlik, fakirlik ve kısalığın ortadan kalkmasıyla olacaktı. Ancak şairin bahsettiği bu üç özellik de kendisinde bulunuyordu.
"Cahit kendisinin çirkin, hiçbir kızın beğenmeyeceği, beğenemeyeceği kadar çirkin olduğuna inanmıştı (…) o bu konuda aşırı bir duyarlılık gösteriyor, bunu bir kara talih olarak sayıyordu." (Z. Osman Saba)
EĞİTİM HAYATI DİYARBAKIR’DA BAŞLADI
İlkokulu Diyarbakır'da okuyan Tarancı, orta öğrenim için Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi'ne, ardından Galatasaray Lisesi'ne devam etti. Lise yıllarında şiir yazmaya başlayan Tarancı'nın ilk eserleri Galatasaray Lisesi'nin çıkardığı "Akademi" ile dönemin ünlü "Servet-i Fünun" dergilerinde yayımlandı. Tarancı, Fransızcayı ilerleterek, Stephane Mallarme, Charles Baudelaire ve Arthur Rimbaud gibi Fransız şairlerin eserlerini okumaya başladı. Cumhuriyet döneminin önemli şair ve yazarlarından Ziya Osman Saba ile 1928 yılında tanışarak yakın dost oldu.
CAHİT SITKI VE DOSTU ZİYA OSMAN SABA
Cahit Sıtkı 1928-1929 ders yılında o dönem sınıfta kalmış olan Ziya Osman Saba ile tanışır. Ziya Osman, Cahit Sıtkı ile geçirdiği o günleri "Cahit‟le Günlerimiz I-IV" adlı yazısında anlatır.
Edebiyat öğretmeni Fazıl Ahmet Aykaç, ilk derste öğrencilerinin ilgi derecelerini ve yönelimlerini belirlemek üzere her öğrenciden Türkçe olsun, Fransızca olsun sevdikleri bir şiirin tamamını yahut bir parçasını ezbere okumalarını ister. Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı'nın Lamartine'den okuduğu "L‟lsolement" adlı şiiriyle kendisinin dikkatini çektiğini belirtir ve onun fizikî portresini şöyle çizer:
"Bu şiir o sınıf için bir şeydi; arkama belli etmeden bakmıştım. Esmer, arkaya taranmış siyaha çalan saçlı, ince dudaklı, üst dudağıyla ufak burnunun arası biraz fazla açık, kulakları kabarık, alnı darca, bütün güzelliği koyu kestane Moğolumsu çekik gözlerinin biraz hüzünlü manasında toplanmış, ufak tefek temiz giyimli, çoğumuzun aksine kravatlı bir gençti. Halinde, duruşunda bir azim okunuyor; tipi, sol yanağındaki Diyarbakır çıbanının irice izi hiç değilse İstanbullu olmadığını söylüyordu.(…) 1106 Cahit Efendi diye, bildiği şiirlerden birini okumaya davet edilmiş öğrenciyse, Galatasaray'ın yenisi sayılırdı."
En yakın ruhdaşı ve kafadaşı, Ziya Osman Saba idi. Bir keresinde onunla bahse girip Galatasaray Lisesi'nin arkasındaki yardan mahalle çocukları gibi aşağı inip yukarı çıkmış, bu tehlikeli serüven sırasında zavallı Ziya Osman'ı heyecandan öldürecek durumlara sokmuştu. Cahit Sıtkı'nın belki de yaşamının tek yaramazlığı bu oldu.
EDEBİYAT ONA ZARAFETİ GETİRMİŞTİ
Okuldan arkadaşı onu anlatıyor:
"Cahit Sıtkı, Galatasaray'da bizden dört beş sınıf büyüktü. Alt sınıflarda okuyan bir akrabasını görmeye gelirdi. Biz de o zaman kendisini görürdük. Okulun, Yaşar Nabi, Ziya Osman Saba ile birlikte dergilerde şiirleri basılan üç isminden biriydi. Ufacık tefecik, zarif, çok efendi bir hali vardı. Hani teneffüste ayağına bir top çarpsa, çamurlanmasın diye ayağının ucuyla dokunan tipler vardır ya, onlardandı. Tertemiz giyinirdi. Küçücük zarif ayakları ve hep boyalı iskarpinleri vardı. Gel zaman git zaman, Diyarbakırlı Cahit, Türkiye'nin en ünlü şairlerinden biri oldu. Müstesna incelikte, bütünüyle kendini şiire adamış bir insandı. İnsan onun hesap yaptığına, günlük alelade şeyler konuştuğuna inanamazdı. Belki de bunlardan çok uzaktı."