Osmanlı'nın son yıllarında şerbete alternatif olarak üretilen içecek: Gazoz
Sıcak havaların en büyük dostu gazozun Osmanlı'nın son yıllarında Karaköy'de bir imalathanede üretildiğini biliyor muydunuz? Peki ya ilk zamanlar sokak esnafı tarafından bardaklara boşaltılarak satıldığını? İşte üretimi Osmanlı'da başlayıp günümüze ulaşmış bir tat olan gazoza dair ilgi çekici ayrıntılar...
Giriş Tarihi: 09.05.2020
16:13
Güncelleme Tarihi: 09.05.2020
17:34
ON DOKUZUNCU YÜZYILDA İMPARATORLUK TOPRAKLARINA GİREN GAZOZ
Fransızca bir sözcük olan gazozun Türkiye'de ortaya çıkışı, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına rast geldi. Gazoz bazı kaynaklara göre Türkiye'ye maden suyu ile birlikte ithal malı olarak girdi.
1877 y ılında saraya mensup ailelerden Talat Paşa ve Fuat Bey, (Uludağ) Keşiş Dağı Maden Suyu'nu, o günün koşullarına göre endüstriyel olarak ilk kez şişeletip satışa sundu. Fuat Bey'in ölümü üzerine Keşiş Dağı Maden Suyu'na ait hisseler Sıtkı Bey'e, Fransız ortağın hisseleri ise İtalyan yatırımcı Signor Parrodi'ye geçti. Padişah Sultan Mehmet Reşat Han tarafından Osmanlı imparatorluğu döneminin ilk maden suyu işletme imtiyazı da Keşiş Dağı Maden Suyu'na verildiği söylenir. Böylece çağlara hitap edecek gazozun İmparatorluk topraklarındaki ilk temelleri atılmaya başlandı.
Osmanlı'nın şerbetleri
KARAKÖY'DE ALEKSANDR MISIRLIOĞLU TARAFINDAN İLK GAZOZ İMALATHANESİ KURULDU
Fakat gazozun asıl üretimi Niğdeli bir Rum olan Aleksandr Mısırlıoğlu ile başladı. Mısırlıoğlu, 1890'da Fransa'ya giderek gazoz yapımında kullanılan makinelerle birlikte gazoz üretim hakkını satın aldı. Sonra Aleksandr Mısırlıoğlu, Pandelli Mısırlıoğlu, Ligor Bazlamacıoğlu, Leon Şor adlı ortaklar Karaköy'de ilk gazoz imalathanesini kurdu. Böylece piyasaya çıkan ilk gazoz, Mısırlıoğlu adını taşır . 19.yüzyıl sonlarında, Sultan II.Abdülhamid döneminde bazı gayrimüslimlerin İstanbul'da gazozhane açtıkları bilinmekteydi. Mısırlıoğlu gazozunu zamanla Hasanbey, Hürriyet (1908), Neptün (1917'de Beyaz Ruslar tarafından) ve 1923 yılında da Cumhuriyet gazozları izledi.
Evde Osmanlı şerbetleri nasıl yapılır?
OSMANLI ŞERBETLERİNE BİR ALTERNATİF
Osmanlı döneminde evlerde yapılan serinletici şuruplar, şerbetler içilirdi. Şekerle kaynatılan sıvıya şurup, kaynatılmadan hazırlanana da şerbet denilirdi. İçine kar konularak soğutulan bal şerbeti, pekmez şerbeti, badem şerbeti, gül, karanfil, zambak gibi hoş kokulu bitkilerin yanı sıra yine aromalı kayısı, vişne, limon, portakal, turunç, çilek, demirhindi, nar, koruk, meyan şurup ve şerbetleri, kadim zaman insanlarının ferahlık ve şifa niyetine içtikleri şeylerdi. Tükenmez denen (Arapçası meşrubat) fermantasyona uğratılmış meyve suyu da yapılırdı. Bu içecekler evlerde yapılması yanında, çarşılarda, kalabalık yerlerde şekerci dükkanlarında da yapılıp satılırdı. İlk dükkanını Bahçekapı'da açmış olan Şekerci Hacıbekir, meşrubat satma geleneğini on dokuzuncu yüzyıldan beri sürdürmektedir.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan devlet adamı ve yazar Abdülaziz Bey Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri isimli kitabında şurupların nelerden yapıldığına ilişkin uzun bir liste verir: Demirhindi, şeftali çiçeği, oğulotu, keçiboynuzu, şahtere, frenküzümü, Girit bademi, gül, sirkencebin (bal ve sirke ile yapılırmış), pelin, kına kına, hindiba, gelincik, turunç, nar, hatmi ve ıhlamur. Bunların başlarına da "yumuşatıcı, kuvvetlendirici, kan tazeleyici" gibi sıfatlar da ekler.
"BUZZZ!...VAR MI DİŞLERİNE GÜVENEN"
Yine aynı dönemlerden bir başka tanıklık ise Halit Ziya Uşaklıgil'den gelir. İzmir Hikâyeleri isimli eserinde Uşaklıgil çocukluğunu geçirdiği İzmir'in yeme içme adetlerinden söz ederken, sübye şerbetine özel bir parantez açar: "[Bu] şerbet de İzmir'in hususiyetlerindendi. Hele kavun çekirdeklerinin ezilerek un hâline getirilmiş olmasından süzülerek yapılan sübiyeye bayılırdı. Bu şerbetin bir de üstadı vardı ki, onun için çocuk iken ihtida edilmiş [dönmüş] bir Yahudi derlerdi. Gayet yakışıklı, uzun boylu, gür sesli olan bu adamın çarşılarda 'Buzzz!… Var mı dişlerine güvenen…' diye etrafı çın çın öttüren sesi işitilince her dükkândan: 'Abdullah! Buraya gel!..' daveti duyulurdu. O hiçbir daveti kaçırmaz, bir koluyla kucakladığı parıl parıl parlayan, tepesinden bir ay yıldız, üzerine küçük dönfırıldaklar dizilmiş zincirciklerle güzel güğümünü bir küçük hamle ile biraz öne çevirir, musluğundan süt gibi sübiyesiyle bir koca bardağı doldurup peşin zevkile yutkunan müşteriye sunardı."