Ekim Devrimi'nin 100. yılındayız... Devrim'den önce Lenin Avrupa'da yaşıyor, Batılıların desteğiyle gazete çıkarıyor, kendisine Rusya'da yeniden siyaset yapma imkanı sağlayacak ittifaklar arıyordu. Batı Lenin'i trenle ülkesine taşıdıktan sonra devrimle birlikte Rusya beklendiği gibi savaştan çekildi! Bizde modernleşme döneminde halk hareketleri ciddi manada gözlenmez. İktidarı elinde tutan seküler elit, devrimleri, ihtilalleri genellikle kontrol ettiği orduyla gerçekleştirdi. 12 Eylül sonrasında neoliberal dönemle birlikte dünya sisteminin yöntemlerinde farklılıklar gözlenmeye başladı. Merkez-çevre rahatsızlıklarının kapitalist işleyişi zaafa uğratması, çevrenin kamusal alana daha rahat "akması"nı sağlayan mekanizmaların devreye alınmasını gerekli kıldı.
Çevre dediğimiz unsurlar bellidir, dindar-İslamcılar, etnik kimlikler, mezhep farklılıkları, gayri-müslimler, LBGT-İ unsurları reelpolitikten kaçan marjinaller, darbeyle klasik devrimci tezlerini liberalize eden sol... Kamuya akışı sağlayan temel araç ise sivil toplum kuruluşları ve medya… Sivil toplum kapitalist dünya sisteminin neoliberal doktrininin uygulanmasındaki temel aktörüdür. Sivil toplum ve medya ile kamusal alan zenginleşmeye başladı; İslamcılar, gayri-müslim, etnik ve mezhep iddiaları, sol liberaller 1980 sonrasında güçlenmeye, 90'larda tezlerini enikonu kamusal alanda açık açık, çok net savunmaya başladı. Kemalist anlayış iyiden iyiye hırpalanıyordu.
İletişim-Metis-Ayrıntı'nın başı çektiği yayıncılık artık 90'larda sadece Kemalist elitleri ve sistemi değil Türkiye'yi kuran değerleri "tartışmaya" açmaya, hırpalamaya başladı. Bir yandan yayımladıkları kitaplarla Ermeni tezlerini, Türklerin soykırım uyguladığını, Aleviliğin farklı bir din olduğunu ispatlamaya çalışıyor, Kürt devleti için Kürt ulusunun inşa edilmesinin altyapısını kuruyor öte taraftan toplum yapımıza, dinimize, kültürel kimliğimize zıt LBGT-i tezlerini yerleştirmeye gayret ediyorlardı.
Kitap okumayan toplumda bu fikirlerin kamusallaşması ne ile sağlanır; tabii ki televizyonla, tabii ki radyoyla, elbette 2000'li yıllarda ana akım iletişim kanalı olan internet platformlarıyla... 90'lar özel televizyon demektir. Özel televizyonların yöneticilerinden programcılarına tüm kadrosu seküler laiklerden oluşur.
İslami kesim, milliyetçiler, muhafazakarlar "kağıt türevi"nden başka kültür kanalı bilmez; üstelik televizyonu günah görürlerdi; İslami kanallar kurulduktan sonra da zaten "kitle ve reklamcılar" gerekçe gösterilerek televizyonun mantığına uyup, en alt düzeyde ve lümpen programlara devam etti.
2013... KÜLTÜREL TEKELLE AYRIŞMA
90'lı ve 2000'li yıllarda "çevre dayanışması" çerçevesinde İslamcıların hemen tamamı sol liberallerle aynı kültürel atmosferi solumayı sürdürdü, İletişim-Metis-Ayrıntı çeviriyor, yayımlıyor İslami kesim halk meşruiyeti nedeniyle bunu siyasal alana döküyordu. 2010'lu yıllara kadar neoliberal-İslamcıların temel görüşleriyle sol liberallerin yaklaşımları paraleldi.
Artık Türkiye'nin "bölünme korkusu", "soykırım paranoyası", "Alevilik fobisi", "cinsiyetçilik politikaları"ndan sıyrılması gerekiyordu... Evet bunu İslami kesim de savunuyordu... Hatta başörtülüler ile sol-liberal, LBGT-i üyeleri, bir hafta başörtüsüne özgürlük, öteki hafta LBGT-i hakları için eylem düzenliyordu. Fonlanmış kültürün foyası 2013'te çıktı; Gezi olayları sadece ittifakları dağıtmakla kalmadı, İslamcı, milliyetçi, muhafazakar, dindar kesimler bir karar vermek zorundaydı.
Lenin'i trene bindirip gönderen Batı'nın fonlanmış sivil toplumunun yönlendirdiği Gezi olaylarına ya destek olunacaktı ya "çelik çekirdeğe", "mecburi orta"ya avdet edilecekti. Habur'a, Kobani'ye rağmen hala fonlanmış siyasal kültürün bir arada yaşama dilini kullanan neoliberal İslamcılar Osman Kavala'nın da içinde bulunduğu sürece net tavır koyamadı. Fakat genel olarak İslami kesim, milliyetçiler, dindar-muhafazakar kitle içinde "Anadolu Kaplanları", "İstanbul büyük burjuvazisi", fonlanmış sivil toplumun siyasal-kültürel dilini reddetti.
2013 eşiği bu bakımdan önemlidir; 2013'te sadece Gezi ve 17-25 Aralık darbe girişimleri savuşturulmadı aynı zamanda sivil toplum ve çevrenin talepleri adı altındaki "yıkım-yapıbozum" girişimi de "durduruldu." Küçük müesses nizamı yani Kemalizmi eleştirme, hatalarını ortaya koyma adına geliştirilen siyasal-kültürel dil fonlanmış sivil toplum ve kültür kurumlarının tesiriyle büyük müesses nizamın yani İslam-Türk-ehli sünnet-gazanın yok edilmesine dayanıyordu... Bu cephe FETÖ'yü, HDP ve hendek savaşlarını, Rojava'yı, Kürt devletini, Aleviliğin yeni bir din olarak şekillenmesini, Ermeni olaylarını soykırım görmeyi, eşcinsellikle ilgili özgürlükleri genişletmeyi hedefliyordu, buna uygun politikalar geliştirdiler...
İslami kesim bu durumun farkına vardı. Neoliberal İslamcıların örtük desteklerine rağmen İslamcı-milliyetçi-muhafazakar blok, başörtüsüne özgürlükten, kamuda dindarlara yer açılmasına, uzun AK Parti iktidarına kadar pek çok "kazanımı" doğuran neoliberal-fonlanmış siyasal ve kültürel durumu reddedip güçlü devletten yana tavrını koydu. Yani büyük müesses nizamı yani İslam-Türk-ehli sünnet-gaza fikrini yeniden düşünmeye "karar verdi."
2013 eşiğinin aşılması aynı zamanda 2019 düzeninin kurulmasına bağlıdır. Burada Batı'nın fonladığı kültür aparatlarının Türkiye'de işgal ettiği yere bakmak lazım. Bunun bir ucu kültürel iktidar tartışmalarına kadar uzanır.
Kabul etmek gerekir ki ülkemizde kültürel iktidar bütünüyle Osman Kavala gibi isimlerin etrafında dönmüyor, şekillenmiyor. Kültür bugün Batı medeniyetinin yaşam standartlarından öteye de geçmiyor.
Doğrusunu söylemek gerekir ki zannedildiğinin aksine kültürel iktidar Kemalistlerin elinde değildir; 80 sonrasında sivil toplumculuğa bağlı fonlama mantığını kuran düşünce kültürel iktidarı da elinde tutuyor.
Aracılar, aparatlar sadece küresel medeniyetin taşıyıcılarıdır. Abdulkadir es-Sufi'nin deyimiyle "yeni köle seçkinler" ülkedeki kültürel ve siyasal atmosferi yönlendirmeye, raydan çıkanı düzeltmeye, bizim kodlarımızla oynamaya çalışır.
Türkiye fay hatları bakımından zengindir, zengin olduğu kadar hassas ve kırılgan, her an sarsılmaya hazır vaziyette toplum hayatına sahibiz. Sivil toplum ve yayıncılık bu faylara enerji yükleme misyonunu yerine getirir. İşin doğrusunu söylemek gerekirse hayli ciddi işler yaptıklarını, önemli yollar katettiklerini belirtmeliyiz.
Burada kültür kavramı kadar kültürel iktidar yaklaşımını da deşmek, açmak icab eder fakat sivil toplum kuruluşlarına yüklenen anlam ile etnik ve mezhep mensuplarının siyasallaştırılmalarındaki aktif roller "daha az devlet daha çok toplum" gibi yaklaşımlardaki naiflik, millet bağımızda derin artezyenler açtı, buralardan bir benlik ortaya çıkmadı ama dinamik kırılganlıklarımız sürekli desteklendi.
KÜLTÜREL İKTİDAR DEĞİL, ŞEBEKE!
Kültür, yaşam biçimi, hayatımızdaki referanslar, estetik duruş demektir, ideolojidir kültür, dünya görüşü, yaşama stili; tabii en başta da gündelik hayat. Bir toplumun kültürünü besleyen kaynaklarını merak ediyorsanız bankalarına bakın, ticaret hayatına, gündelik ahlakına göz atın. Kültür burjuvanın çayırında yetişir. Zenginlerinizin kapasitesine, derinliğine, estetik biçimine göre kültürel ortam yeşerir. İslami kesimin kültürel iktidar sıkıntısı hala iktisadi hayatımızın İstanbul büyük burjuvasının elinde olmasına bağlıdır. Anadolu kaplanlarının kültür algısı "çadır gösterileri"nin ötesine geçmez, destekledikleri önemli projeler ise İstanbul burjuvasının gözüne girmeye matuf, "Nişantaşı kompleksi"nin ürünüdür.
Kültür zihniyetler çatışmasının arasında gelişir. Kültürel iktidarı eline geçiremeyen İslami kesimin hala kendine özgü zihniyet dünyasına sahip olmadığını en başta söyleyelim. İslami dönüşüm fikrini gündemine dahi almadan cari iktisadi ve siyasi işleyişe dahil olmaya çalışan iş dünyası, matbuat elbette kültürel iktidar arar. Kapitalist dünya sisteminde burjuva kimdeyse iktidar odur. Burjuvanın fonları nereye akıyorsa kültürel iktidar orada filizlenir. Kitleler kültürel iktidarı belirlemez, kültür kavramına içerik de katmaz fakat Türkiye gibi geç modern ülkelerde sokak gösterilerinin çağdaş versiyonu televizyon programları kültür kanallarını, aktörlerini belirler.
Seyirlik dünyada hele ki bugünkü atmosferde televizyon, sinema, dizi sektörü ve müzik kitlelerin kültür yönelimlerini oluşturur. Yayın dünyasındaysa burjuvanın, Batılı fonların etkisi büyük. Bilhassa çeviri kitaplarla Türkiye'deki siyasal hayat, dil, temel kavramlar yönlendirilmeye çalışılır. Özellikle 2011 sonrasında piyasaya çıkan kitapların isimlerine, konularına dahi bakılırsa Gezi, CHP-HDP-FETÖ'nün kavramlarıyla birebir uyuştuğu görülür. Bir yandan demokratik tutumun tehlikeye düştüğü kanaati oluşturulmak istenirken öte taraftan "önleyici şiddet"in bir hak olduğu vurgusu da yapılır. Haliyle Türkiye'de iktidar, siyasi yönelimler televizyon ve gazeteler elinde normalleşse bile sosyal medya, sivil toplum faaliyetleri ve matbuatta çok daha güçlü ilerler. Kitlelerin bu dile, bu siyasal yaklaşıma temayülünün olup olmamasından ziyade toplumsal dönüşümleri gerçekleştirebilen sınıfların, odakların zihniyet dünyasını görmek önemli. Kültürel iktidar değil fakat kültürel tekelin bir "şebeke" mantığıyla çalıştığı açık. Bunu en güzel iktidar, dikta, monarşi gibi kavramların gelip Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinde kilitlenmesinden anlamak mümkün.
Nefes almamıza, bir dakikacık bile kendi düşündüğümüz gibi yaşamamıza imkan vermeyen, her alanda boşluk bırakmadan otorite kuran modernitenin iktidarını sorgulamadan diktatör vurguları yapanların kavramları şebekenin bağlantılarını gösterir. Türkiye'de bir sınıf çatışması, zihniyet kavgası yaşanıyor. Bir tarafta seküler şebeke varken öte tarafta alternatif düşüncenin taşıyıcısı cenah, kesim, grup yer almıyor. Haliyle şebekeyi çökertecek güzideler sınıfından mahrumuz; yüzeydeki çatışma el yordamıyla gidiyor biraz da. Kültür, sonuçtur... Yerleşik nizamın, iktisadın, piyasanın belirlediği hayat tarzıdır, bu yüzden kültür ideolojidir aslında. Güzideler sınıfımız olsaydı başka bir dünyanın varolduğunu gösterir, bizi oraya çağırırdı!
Star - Açık Görüş