Gezi hadiseleri esnasında çevremde bulunan dostlara benim için halen son derece belirleyici olan bir soru sormuştum: Gezi Parkı değil de, örneğin Gülhane Parkı bir değişikliğe maruz bırakılmak istenseydi, Taksim'e çıkan kitle yine aynı boyutta bir tepki ile mukabele edecek miydi? Şahsi kanaatim bugün de o gün taşıdığımın aynıdır: Gülhane Parkı'nın surları ile birlikte yerle bir edilmesi halinde dahi bu oranda bir reaksiyon ortaya çıkmazdı. Elbette bir farz-ı muhaldir, ancak bu farz-ı muhale bizi götüren amiller AKM tartışmalarına bakışımıza da katkı sağlayacak cinsten. Gezi Parkı'na böylesi bir sembolik anlamı yükleyen en önemli şey parkın da içinde bulunduğu Taksim Meydanı'nın kolektif ve kültürel hafızamızda sahip olduğu yerdir. Osmanlı İstanbul'unun "Karşı tarafı" Pera bütün gayr-ı Türk unsurların kendisine mahal edindiği bir yer olmak itibariyle önemlidir. Bu durum Osmanlı'dan Cumhuriyet'e müdevver bir İstanbul gerçeğidir. Türk'ün muhitinde barınamayacak her türden öğe Pera muhitinde meskun olagelmiştir. Bu cümleden sadece genelev ve pavyonlar anlaşılmamalıdır. Şehrin gayr-ı Müslim ahalisinin önemli bir kesimi burada ikamet ettiği gibi, LGBT bireyler de yaşayacak daha elverişli bir flora bulamamıştır. Taksim Pera'nın göbek deliğidir; kendisine bağlanan cadde ve sokaklar ise Taksim'e Türk olmayan unsurları akıtan birer akarsu mahiyetindedir.
"İSTANBUL BEYEFENDİSİ"
Yeşilçam'ın bizlere tanıttığı Osmanlı beyefendisi, yahut bilindik ifadesiyle "İstanbul beyefendisi" kafasında fesi, elinde bastonu, her daim muntazam ütülü setresi ile İstiklal Caddesi'nde boy gösterir. Kendisini Cibali'de, Eyüp'te esnaflık yaparken yahut boğaz köylerinden birinde kan ter içinde çalışırken göremezsiniz. Aksine söz konusu beyefendi bir kalem efendisidir. Bu kalem efendisi günümüzde rastlanmayacak türde bir nezakete sahiptir. Asil ve yüce ruhu ancak Alexandre Dumas romanlarında karşımıza çıkacak türden bir Athos, bir Edmond Dantes'te bulunur bir hassasiyete sahiptir. O kadar ki esen meltemde savrulur, hassas ruhu âşık olduğu kıza zifaf gecesinde el sürmesine mani olur. Esasen sahip olduğu nezaket yaşadığı devirde de eşine sık rastlanır bir nezaket değildir. 19. Yüzyıl Osmanlısının sosyal tarihine biraz olsun baktığımızda "Maalesef sizi düelloya davet etmek zorunda kalacağım" şeklinde hitap edecek bir beyefendi tipinin "İstanbul efendisi"ni temsil etmeyeceğini görürüz. Aksine söz konusu adam tipiyle Recâizâde Mahmud Ekrem Araba Sevdası romanında acımasızca dalga geçer. Ölçüsüz Batılılaşma cereyanının yarattığı nevzuhur bir adamdır bu "İstanbul beyefendisi". Tamamen hayal ürünü müdür? Elbette hayır. Recâizade bu adam tipinin numunelerine mutlaka denk gelmiştir. Toplum tarafından dışlanan bu adam "İstanbul beyefendisi"nin numune-i imtisali olarak bizlere sunulabilmesi Batılılaşmanın cumhuriyetle, dolayısıyla vatan ile özdeş görülen bir ülkü olarak görülmesiyle mümkün olmuştur.
'KASIMPAŞALI DOKUNAMAZ'
Batılılaşma o kadar idealize edilmiştir ki bu inorganik insan tipi merdut Osmanlı'nın kabul edilebilir yegane tipi haline gelmiştir. "İstanbul beyefendisi" karakterinde yüceltilen Türklüğe ait meziyetler değildir; aksine Batılılaşmanın nasıl yüce bir ruhu ortaya çıkartacağıdır. Ancak bundan daha önemli olan, devir hakkında yaratılan söylencelerde sık sık duyduğumuz "Efendim eskiden kravat takılmadan Cadde-i Kebir'e, yani İstiklal Caddesi'ne çıkılmazdı" efsanesidir. Pera'ya çıkmanın gayrı metluv bir kaidesi olmalıdır, zira Pera alaturkaya ait olamayacak bir sembol muhittir. Pera'da tarif edilen Türk mutlaka Batılılaşmış olmalıdır.
Sultan Mahmud'dan beridir sokakta tepki ile karşılanan Batılılaşma idealinin gelişmesi ve serpilmesi için rahatsız edici faktörlerden azade bir floraya muhtaç olduğu anlaşılır bir gerekçedir ve bu amaçla Pera'dan daha elverişli bir muhitin seçilemeyeceği bir hakikattir. Türk'ün kolektif hafızasında zaten kendisine ait olmayan bir muhit olan Pera, bu sebeple milliyetçi patlamaların da medarı olmuştur. 6-7 Eylül olaylarında Beyoğlu'nda yaşayan ekalliyetin dükkânları, kiliseleri ve evleri yağmalanmıştır; buna mukabil Bakırköy ve Samatya'da yaşayan gayr-ı Müslim vatandaşlarımız bu provokasyonun direkt muhatabı olmaktan kurtulmuş ve görece daha az zararla kurtulmayı başarmışlardır. Bakırköy'de ve Samatya'da ekalliyet olan kitle Beyoğlu'nda ekseriyet olarak görülmüş, provokasyon meyvelerini bu muhitte vermiştir. Dolayısıyla Türk için de Pera bir ötekidir. Zaten Beyoğlu'na çıkış adabından mahrum olan bu "vandal" kitlenin Pera'ya yaklaşmasının ne gibi sonuçları olacağını bu olayla tecrübe eden Batıcılarımız, Türk'ün zarar veremeyecek bir azınlık olarak Pera'da bulunmasından yana uzun süre bir şikâyette bulunmadı. Ta ki 1994 seçimlerinde Büyükşehir Belediyesi'nin idaresini takunyalıların elde etmesine kadar... Hatırlanacağı üzere 90'lar boyunca büyük kıyametler kopartan "Taksim Camii" tartışmaları "İstanbul'un her yerine hükmedebilirsiniz ancak bir Kasımpaşalı Pera'ya dokunamaz" mesajını açık açık vermekteydi. Gezi kalkışması bu damardan beslenen nihilist bir patlama; Paris Komünü benzeri, gayr-ı Türk İslamcıların da iştirak ettiği bir Pera müdafaasıydı. AKM üzerinde yürütülen son tartışmalar benzer bir kaynaktan doğuyor. Gezi'nin sahiplerinin cevaplaması gereken en önemli soru şu günlerde AKM'yi halka açmanın ne demek olduğu sorusudur. Elde kalan son büyük kalenin de düşmesi anlamına gelebilecek böyle bir ihtimal pek çokları için büyük bir tehlike anlamına gelmekte.
BİR HAYALETTEN MEDET UMMAK
Bir şeyin geleneksel olmasının en önemli şartı devamlılıktır. Temadi kabiliyetini yitiren her şey geleneksel olmaktan çıkıp çoğunlukla tarihi bir vaka, zaman zaman da bir mitos halini alır. Elbette kültürel hafıza devam etmeyen aidiyetlerimizi de ortaya koyar; bununla birlikte kültürel hafızanın ortaya koyması mümkün olmayan aidiyetler de vardır. Bunların başında mutfak alışkanlıkları ve sanat gelir. Muhafazakâr Türk'ün şu anda yaşadığı krizlerin en büyüğü gelenek olarak sahip olduklarından razı olmayışının yarattığı kültür krizidir. Kolektif hafızadaki gelenek ne yazık ki kültürel hafızadaki gelenekle karşı karşıya konulduğunda örtüşmeyen bir tablo ortaya çıkıyor. Bu sebeple kültürel hafıza öğelerine bakarak bir altın çağ arayışı içine giren bu kitle Osmanlı'nın artık unutulmuş devirlerinden bir medet umuyor. Oysa üzerinden bir kaç yüzyıl geçen ve tatbikatını hiçbir devam ettiricisinden görmediğimiz şeyler geleneğin kurtarıcısı olma kabiliyetine sahip değil. Örneğin geleneksel Türk yemeği olarak Fatih Sultan Mehmed'in severek yediği kavun dolmasını önermenin hiç bir reel karşılığı yok. Gelgelelim Osmanlı'nın inkırazının üzerinden 100 sene geçmiş olsa da halktaki karşılığı o kadar müsbet ve büyük ki, kendisine yeni pazarlar arayan muhafazakar Türk soluğu Osmanlı'da alıveriyor.
Osmanlı saray kokuları üretiliyor, Osmanlı şerbetleri şişe şişe tezgâhlarda yer alıyor, tuğralı tişörtler, yüzükler gençlerin tercih ettiği aksesuarlar haline geliyor. Bir hayaletten medet uman bu kitle o kadar meselenin ruhundan uzak ki "Devr-i Osmani'de bir adam tuğralı yüzük taşısa başına ne gelirdi?" diye sormuyor bile. Her biri Anadolu'nun bir bölgesinden bir yerlere göçmüş bu insanlar açısından asıl geleneksel olarak sahip oldukları şey sınıfsal bir ötelemeyle reddedilirken, bir mitos birden gelenek olarak önerilmeye başlanıyor. Bu durumu yaratan şey ise ait olmaya çalıştıkları sınıfın da muhafazakâr bir elitinin olması ve Anadolu geleneğinin bu sınıf tarafından sınıfsal bir bilinç ile makbul görülmemesidir. Geleneksel sanatlar olarak önerilen hat, ebru, tezhib vb. sanatların başına gelenler ise daha acı. Marksist bir saptama ile şeyleştirilen bu sanatlar üç kuruşa payimal ediliyor. Evet, bu sanatlar gelenekseldir; zira bir temadi ile aktarımı sağlanmıştır. Geleneksel olmayan ise bu sanatların metalaştırılması ve her kişinin oyuncağı haline getirilmesidir.
Sanat bir artık değer işidir. Sol sanat olarak bize sunulan şeyler de artık değer faaliyeti olmanın dışında şeyler değildir. Zaten elit bir hareket olan Türk solunun bununla ilgili herhangi bir sorunu olduğunu hiç sanmıyorum. Bununla birlikte artık değerle ancak son bir kaç yıldır tanışan Türk'ün sanat ile arasında bir münasebet tesisi zaruridir. Bunun öncelikli şartı kendisini muhafazakâr olarak adlandıran bir kitlenin geleneğinden razı olması ve bu geleneği bir sistematiğe bağlı bir biçimde hayata geçirmesidir. Alaturka müziğin bu kitle açısından bir keyf haline dönüşmesi ise ne yazık ki Abdülkadir Meraği ile değil, Zeki Müren ile mümkün olacaktır. "Meraği'nin çağdaşı Vivaldi Avrupa'da dinleniyor bizde Meraği neden dinlenmesin?" tarzı eleştirilerin ise ne yazık ki reel bir karşılığı yok. Evet, Meraği'yi unutmamalıyız, ancak gelenek olarak sahip olmadığımız şeylere sahipmiş gibi yapmak nebbaşlığına da düşmemeliyiz. Zira doğal hayat hiç bir ideali tanımayan bir sel gibi önüne geleni yıkıyor. Asla ait olmadıkları bir kültüre aitmiş gibi yapan Batıcıların karşısına, asla ait olmadığı bir kültüre aitmiş gibi yapan yerliler olarak çıkmak bir kör dövüşünü doğuruyor. Mesnetsiz bir muhafazakâr elitizm üretmek en azından bir mesnedi olan Batıcı elitizm karşısında tutunmayı imkânsız hale getiriyor. Evet, AKM'nin elitlerin Pera'sının tam göbeğinde bir sanat yuvası olarak halka açılmasının Türk'ün Türkiye'nin tümüne sahip olduğu hakikatini tekid eder bir yanı vardır. Bununla birlikte Alaturka olarak sunulacak olan şeyin de Türk'ün sahip olmadığı şeyler olarak seçilmesi zarf ile mazrufun tutarsızlığı anlamına gelecektir. Halka açılan AKM sol elite bırakılmaması gerektiği kadar muhafazakâr elite de bırakılmaması gereken bir yapıdır. Böylesi önemli bir dönüşümü yaparken gözetilmesi gereken en önemli ihtiyaç geleneksel sanatımızın geliştirilmesi ve yeni yeni orta sınıf olmaya başlayan, dolayısıyla artık değerle yeni tanışan kitlenin bir sanat zevkine sahip kılınması olmalıdır.
STAR-Açık Görüş
M. Taceddin Kutay