Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin dışişleri bakanları, Türkiye'nin Kıbrıs açıklarında doğal gaz arama çalışmaları nedeniyle seyahat yasağı, şahısların mal varlıklarının dondurulması ve bu kapsama girenlere fon sağlama yasağı içeren yaptırımlar için yasal bir çerçeve oluşturulması konusunda 11 Kasım'da anlaşmaya vardı.
Bu gelişme uzun süredir olumsuz seyreden Türkiye-AB ilişkilerini daha da çetrefilli bir yola soktu. Üstelik bu yaptırımların "aşamalı" olarak daha da ileriye götürülebileceği vurgusu tarafların yakın gelecekte daha sert bir şekilde karşı karşıya gelebileceğini gösterdi. Her ne kadar bu yaptırımların Türkiye'ye etkisi oldukça sınırlı olacaksa da buradaki temel sorunlardan biri, AB'nin Türkiye'yi saldırgan ve AB üyeleri Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin (GKRY) Münhasır Ekonomik Bölgesini (MEB) ihlal eden bir ülke olarak göstermeye çalışması ve adeta bir mahkeme gibi davranarak kimin haklı kimin haksız olduğuna karar verme yetkisi taşıyormuş gibi davranmasıdır.
Peki, Türkiye bu oyunu nasıl bozabilir? Öncelikle Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye'nin uluslararası alanda verdiği hukuk mücadelesinin sadece hukukla ilgili bir mesele olmadığını iyi kavramak gerekiyor. Bu mesele siyaset ve diplomasi yeteneği ile de doğrudan ilgili bir mesele. 1974'ten beri kurumlarıyla etkin bir şekilde varlığını sürdüren Kıbrıs Türk Devleti artık Kıbrıslı Türklerin uluslararası alanda bir statüsü olması gerektiğini de gözler önüne sermektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) bir kukla devlet veya uluslararası yönetim altındaki bir bölge değildir.
Bu noktada ilk olarak AB'nin tarafsız bir kurum olmadığının ve olamayacağının altının çizilmesinde fayda var. GKRY'nin birliğe üye olduğu 2004 Mayıs'ından itibaren AB bir "taraftır". Çok eleştirilmesine rağmen hâlâ AB'nin çalışma mekanizmasının en önemli prensibi olarak direnmeye devam eden "konsensüs" yani tüm üyelerin uyuşması prensibi GKRY gibi küçük devletlere bile gereğinden fazla güç sağlamakta ve bazı durumlarda AB'nin tüm üyelerinin desteği olmasa da ortaya bir bütün olarak hareket eden bir birlik görüntüsü ortaya çıkarmaktadır.
DENİZDEKİ SORUN KARADAKİ SORUNLA AYNI
Doğu Akdeniz'de Türkiye ile AB'nin karşı karşıya gelmesinin temel nedeni hidrokarbon kaynaklarının nasıl paylaşılacağı konusundaki görüş ayrılığıdır. AB ülkelerinin Rusya'ya olan enerji bağımlılığını azaltmak istemesi ve özellikle Mısır'da yeni keşfedilen yataklarla birlikte bu bölgeden çıkacak doğalgazın Avrupa pazarı için bir alternatif olabileceği düşüncesi bu gazın sıvılaştırılmış olarak (LNG) Türkiye dışında bir güzergâhtan Avrupa'ya taşınması ihtimalini ortaya çıkardı. Bu bağlamda Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) de siyasi teşvikiyle Mısır'ın ev sahipliğinde Yunanistan, GKRY, İsrail, İtalya ve Ürdün'ün katılımıyla askeri ve güvenlik iş birliği anlaşmaları imzalanarak Doğu Akdeniz'deki en uzun kıyıya sahip olan ülke Türkiye'yi yalnızlaştırma siyaseti kurumsallaşmış oldu.
Bu noktada sorunun tam merkezinde Kıbrıs yer alıyor. Denizdeki sorunun aslında karada yaşanan sorundan pek bir farkı olmadığını görüyoruz. Bir başka ifadeyle denizdeki sorun, aynı karada olduğu gibi, Kıbrıslı Rumların hâlâ adanın tek sahibi gibi davranıp Türklere azınlık hakları vermeye çalışması ve Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki varlığını sınırlandırmaya çalışmasıyla ilgilidir.
Hidrokarbonun kullanılması konusunda Türkiye, AB'nin iddialarının tersine, son derece yapıcı bir tavırla Doğu Akdeniz'den çıkarılacak doğal kaynaklar için ortak bir komisyon kurulması fikrini ortaya koydu. Bu fikre göre Kıbrıs'ta olası bir anlaşmaya varılana kadar tüm gelirler bir fonda toplanacak ve daha sonra çözümün mali altyapısı için kullanılacaktı. Beklendiği üzere GKRY bu öneriyi reddetti. Bu şartlar altında parsellediği deniz yetki alanlarını uluslararası çok uluslu şirketlere satan, AB'nin tam desteğini alan ve yukarıda bahsettiğimiz girişimlerle çok uluslu bir ittifak kuran GKRY-Yunanistan ikilisinin aşırı bir güvenle uluslararası hukuku yok sayarak "dayatma" siyasetine devam edeceği öngörülebilir.
KKTC ETKİN BİR ŞEKİLDE TANITILMALI
Peki, Türkiye bu oyunu nasıl bozabilir? Öncelikle Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye'nin uluslararası alanda verdiği hukuk mücadelesinin sadece hukukla ilgili bir mesele olmadığını iyi kavramak gerekiyor. Bu mesele siyaset ve diplomasi yeteneği ile de doğrudan ilgili bir mesele. 1974'ten beri kurumlarıyla etkin bir şekilde varlığını sürdüren Kıbrıs Türk Devleti artık Kıbrıslı Türklerin uluslararası alanda bir statüsü olması gerektiğini de gözler önüne sermektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) bir kukla devlet veya uluslararası yönetim altındaki bir bölge değildir. Ayrıca, ada etrafında keşfedilen hidrokarbon zenginliğinin paylaşılması için de Kıbrıslı Türklerin yasal bir statüsünün olması artık kaçınılmazdır. Uluslararası camia resmî olarak tanımasa da, karada, denizde ve havada KKTC gerçeği vardır ve Türkiye KKTC'nin haklarını etkin ve fiili bir şekilde koruyacağını tüm dünyaya göstermiştir. Bu nedenle Kıbrıs Türk Devletinin dünyaya etkin bir şekilde tanıtılması hem Türkiye hem de KKTC'nin haklarının savunulması adına Türk tarafına belirgin bir avantaj sağlayacaktır.
İkinci olarak, Türkiye'nin bizzat "sahada" kalması çok önemlidir. Bu noktada Yunanistan ve GKRY'nin Doğu Akdeniz'de kurmuş oldukları senaryonun Türk donanması eşliğinde Fatih ve Yavuz sismik araştırma gemililerinin sondaj çalışmalarıyla bozulduğunu hatırlatmakta fayda var. Ayrıca "Mavi Vatan" konseptiyle yapılan Türkiye tarihinin en büyük deniz tatbikatı Deniz Kurdu 2019 ile Türkiye hukuksal haklarını koruma kararlılığını tüm dünyaya gösterdi. Dolayısıyla bu noktada atılması gereken bir sonraki adım, sondaj çalışmalarının bir adım öteye götürülerek kazı çalışmalarına başlanılmasıdır.
AB üyelik sürecini ve Kıbrıs'ta çözümü desteklemek adına Doğu Akdeniz'deki çıkarlarını erteleyen Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı yeni uluslararası ortam artık ulusal çıkarları ön plana çıkaran ve yapıcı politikalar gerektiren yeni bir dönemin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu noktada Türkiye uluslararası hukuktan doğan haklarını hem aktif bir şekilde anlatmak hem de sahada verdiği mücadeleyi artırarak devam ettirmek mecburiyetinde.
Üçüncü olarak, Türkiye Doğu Akdeniz'de Münhasır Ekonomik Bölgesini ivedilikle ilan etmelidir. GKRY Şubat 2003'te Mısır, Ocak 2007'de Lübnan ve Aralık 2010'da İsrail ile MEB sınırlandırma anlaşmaları imzaladı. Böylelikle Türkiye Doğu Akdeniz'de kıyıdaş devletlerle anlaşma yapmayan ve MEB ilanında bulunmayan tek ülke durumuna düştü. Bu noktada Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de ilan edeceği MEB, Türkiye ve KKTC'nin karşı karşıya bırakılmaya çalışıldığı olumsuz duruma karşı önemli bir tedbir olarak görünmektedir.
Dördüncü olarak, MEB ilanının tek başına yeterli olmadığı ifade edilebilir. MEB ilanı sonrasında Türkiye'nin diplomatik ve hukuki girişimlerde bulunması ve sınırlandırma anlaşma veya anlaşmaları imzalaması bir zaruret olarak ortaya çıkıyor. Türkiye'nin devamlı olarak ortaya koyduğu Doğu Akdeniz'de siyasi istikrar ve kalıcı bir barış için deniz alanlarının hakkaniyete uygun bir biçimde paylaşılması tezini pek çok platformda etkili bir şekilde anlatması gerekiyor. Bu hususta en önemli ve bölgedeki tüm oyunu bozacak hamle ise kesinlikle Libya ile yapılacak olası bir MEB sınırlandırması anlaşması olacaktır. Türkiye'nin Akdeniz kıyıları ile Libya kıyıları arasındaki ortay hatta dayanacak kıta sahanlığı anlaşması tüm dengeleri değiştirebilir. Böyle bir anlaşma Yunanistan ve GKRY'nin Mısır ile yapacağı ileri bir anlaşmanın da önüne geçecektir.
MISIR VE LÜBNAN FAKTÖRÜ
Bu bağlamda Mısır'ın demokratik yollarla seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı olan Mursi'nin, General Sisi tarafından askeri bir darbeyle devrilmesi sonucu kopma noktasına gelen Türkiye-Mısır ilişkilerinin en azından diyalog bağlamında yeniden başlaması da önemli bir dönüm noktası olabilir. Mısır, kıyı uzunluğu, nüfus yoğunluğu ve coğrafi olarak kıyılarının Türkiye ile karşı karşıya bulunduğu gibi etkenler göz önüne alındığında, Türkiye'nin öne sürdüğü tezlere en yakın olabilecek ülke konumunda. İki ülke arasında yapılacak ortay hat prensibine dayalı olası bir anlaşma tüm senaryoyu değiştirecektir. Anlaşma olmasa bile Mısır ile varılacak "sınırlı bir görüş birliği" bile Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki haklarını koruması bağlamında çok önemli bir rol oynamakla kalmayacak, aynı zamanda GKRY'nin bugüne kadar yaptığı anlaşmaları da anlamsız hale getirecektir. Son olarak her ne kadar GKRY Lübnan ile Ocak 2007'de MEB sınırlandırma anlaşması imzalasa da Türkiye'nin etkisiyle bu anlaşmanın Lübnan meclisi tarafından onaylanmadığını hatırlatmakta fayda var. Ayrıca Lübnan'ın İsrail ile yaşadığı sorunlar ve Suriye ile birlikte yukarıda bahsedilen Yunanistan ve GKRY önderliğindeki askeri ve güvenlik iş birliği anlaşmalarına dahil olmamış olması başka bir fırsat kapısı aralıyor.
Sonuç olarak, son döneme kadar AB üyelik sürecini ve Kıbrıs'ta çözümü desteklemek adına Doğu Akdeniz'deki çıkarlarını erteleyen Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı yeni uluslararası ortam artık ulusal çıkarları ön plana çıkaran ve yapıcı politikalar gerektiren yeni bir dönemin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu noktada Türkiye uluslararası hukuktan doğan haklarını hem aktif bir şekilde anlatmak hem de sahada verdiği mücadeleyi artırarak devam ettirmek mecburiyetinde.
[Doç. Dr. Hüseyin Işıksal Yakın Doğu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]