Müslümanlığın şartlarından olan hac vazifesi, günümüzde eski dönemlere nazaran daha kolay bir şekilde yerine getirilebiliyor. Bugün ortalama üç saatlik bir uçak yolculuğu sonrasında ulaşılabilen kutsal topraklara, o dönemlerde yedi mukaddes yoldan geçilerek varılabiliyordu.
Osmanlı Devletinde üç aylar diğer zamanlardan daha farklıydı. Bu dönemde neredeyse aylar süren hac yolculuklarına dileyen herkes katılabiliyordu; ancak bunun için Hac kervanları daha üç ayların başlarında yola çıkmak durumundaydı. Bu nedenle Surre alayları adında bir gelenek sürdürülüyordu. Bu geleneğe göre, Surre alayları Hac mevsiminde kutsal topraklara ulaşmak için, üç ayların başı olan Recep ayının on ikinci günü hacca gidecek Osmanlı Müslümanları ile birlikte yola çıkıyordu. Şam'da Ramazan ayını geçirdikten sonra, Mekke'de gönderilen hediyeleri dağıtıyor, Hac eda ediliyor ve geri dönülüyordu.
Bu dönemlerde ayrıca Abdülhamid`in yıllarca düşlediği bir projesi vardı. Bu proje İslâm âlemini birbirine bağlayacak olan ve hayalleri zorlayan Hicaz Demiryolu projesiydi. Abdülhamid'in mukaddes toprakları ziyaret etmek isteyen Müslümanları tehlikelerden korumak ve en önemlisi de Hac yolculuğunu kolaylaştırmak için hazırlattığı Hicaz Demiryolu Projesi, bütün devlet erkânı ve ihtisas sahibi insanlar tarafından gerçekleştirilmesi imkânsız bir rüya gibi algılandı.
OSMANLI DEVLETİNİN İSLAM'I YAYMA GAYRETİ
Osmanlılar 1517'de Memluk devletini ortadan kaldırarak, Hicaz, Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvere'nin hakimi olmasıyla birlikte, bütün İslam dünyasını ilgilendiren hac organizasyonunun sorumluluğunu da yüklenmiş oldu. Birçok tarihçi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Dört Halife devrinden sonra kurulan İslam devletleri içinde en büyük, en önde gelen ve İslamiyet'i yaymak yolunda en çok gayret gösteren devletin, Osmanlı Devleti olduğunu belirtir. İslam'ı yayma konusundaki bu gayret, Yıldırım Bayezid Han devrinde "surre" denilen hediyelerin mukaddes topraklara gönderilmeye başlandığından beri cereyan eder. Öyle ki Fatih Sultan Mehmed Han hacıların hac yollarında sıkıntıya düşmemeleri için hiçbir fedakârlıktan çekinmemiş. Memlûk Devletine son veren Yavuz Sultan Selim Han da, Haremeyn-i Şerifeyn'in hâkimi değil hizmetkârı olmayı yeğleyerek Osmanlıların mukaddes beldelere gösterdiği hürmeti mükemmel bir şekilde vurgulamıştır.
YEDİ MUKADDES YOLDAN GEÇİLİRDİ
Tarih boyunca hacca giden müminler, kara yolu olmak üzere yedi yoldan mukaddes topraklara ulaşırlardı. Bu yedi yol Şam'dan, Mısır'dan, Aden'den, Amman'dan, Lahsa'dan, Basra'dan ve Bağdat'tan Mekke'ye giden yollardı. Osmanlı zamanında ise bu yedi yoldan birinci derecede ehemmiyet verilen iki tanesi devlet kontrolünde olarak kullanılıyordu. Bunlar Şam ve Kahire yollarıydı.
Anadolu ve Rumeli'den hacca gidecek Müslümanlar, bulundukları yerlerden hareket ederek Mahmil-i Şerif ve Surre Alayının da içinde bulunduğu kâfilenin yola çıkışına kadar Şam'da toplanmış olurlardı. Şam yolunu kullanacak hacı adayları, Anadolu'nun "sağ kol" denilen yolunu kullanırlardı. Bu sebeple bu yola "hac yolu" da denilmekteydi. Bu yol, Üsküdar-Gebze-Eskişehir-Konya- Adana-Halep güzergâhını kullanarak Şam'a ulaşırdı.
Mısır hac kafilesi, Mısır Mahmili'nin de içinde bulunduğu hacılarla birlikte İstanbul'dan deniz yoluyla gelen hacılardan oluşurdu. Kafilenin birinci menzili olan Birketü'l- Hac'da Mısır hacıları toplanmış olurdu. Buradan hareket edildikten sonra günlerce kara yoluyla Vadi-i Numan, Sathu'l-Akabe, Eyle, El-Vech, Yenbu ve Râbiğ'den geçilip oradan meşhur yoldan Mekke'ye gelinirdi.
İLK SURRE ALAYI DENİZDEN GÖTÜRÜLDÜ
Osmanlı Devletinde üç aylar diğer zamanlardan daha farklıydı. Bu dönemde neredeyse aylar süren hac yolculuklarına dileyen herkes katılabiliyordu; ancak bunun için Hac kervanları daha üç ayların başlarında yola çıkmak durumundaydı. Bu nedenle Surre alayları adında bir gelenek sürdürülüyordu. Bu geleneğe göre, Surre alayları Hac mevsiminde kutsal topraklara ulaşmak için, üç ayların başı olan Recep ayının on ikinci günü hacca gidecek Osmanlı Müslümanları ile birlikte yola çıkıyordu. Şam'da Ramazan ayını geçirdikten sonra, Mekke'de gönderilen hediyeleri dağıtıyor, Hac eda ediliyor ve geri dönülüyordu.
İlk Surre Alayı deniz yoluyla Kemal Reis tarafından oldukça ihtişamlı bir şekilde götürüldü. Surre alayı için düzenlenen merasimlere kimlerin katılacağı, nerede durulacağı giyeceklerine kadar hepsi teşrifat defterlerine kayıt altına alınıyordu. İstanbul'daki törenler alayın yola çıkmasından birkaç gün önce başlar,50-60 kişilik bir topluluk sokak sokak dolaşarak Surre alayına halktan yapılacak küçük katkıları toplardı. Böylece bu hizmetten pek çok kişi nasiplenmiş olur, kutsal topraklara kendi gitme imkânı olmayanlar verdikleri sadakaların gitmesiyle mutlu olurlardı.
Alayın uğurlanışı Topkapı Sarayı'nda yapılır; padişah, alayı sarayın önünden uğurlardı. Törende Kur'an, mevlid ve naatlar okunur, son dualardan sonra emanetler, Surre devesinin sırtında, Topkapı Sarayı'nın çıkışına kadar yolcu edilirdi. Alay, saraydan çıktıktan sonra Kireç İskelesi'ne (Sirkeci) gider, orada yapılan dualarla bekleyen çekdiriye (Osmanlı'da kullanılan bir tür savaş gemisi) konarak Üsküdar'a geçerdi.
AYRILIK ÇEŞMESİ ADI BURADAN GELİYOR
Alayın buradaki hareket noktası, Üsküdar-Kadıköy arasındaki İbrahim Ağa Çayırı idi. Surre Alayı buradan da dualarla uğurlanır, kervandaki hacı adayları akrabalarıyla burada vedalaşırlardı. Bölgede bulunan çeşme bu yüzden Ayrılık Çeşmesi adıyla anılır. İlerleyen dönemde demiryoluyla Surre Alayı gönderildiği zaman bu yol değişmiş Sirkeci'den kalkan çektiri, alayı Haydarpaşa Tren İstasyonu'na getirir.
Recep ayının 12'nci günü İstanbul'dan yola çıkan Surre Alayı ve değişik yol güzergâhlarından gelen hacı adayları genelde Ramazan ayının ortalarında Şam'da toplanmaya başlardı. Ramazan orucunun bir kısmı bu şehirde tutulur yine Ramazan Bayramı Şam'da geçirilirdi. Surre alayları Mekke ve Medine'deki kutsal emanetlere dair çeşitli ihtiyaçların giderilmesi Haremeyn'deki imar ve tamir faaliyetlerinin yapılması, bütün dünyadan hac için gelen Müslümanların ibadetlerini rahatlıkla yapabilmesi için harcanırdı. Gönderilen hediye ve paraların önemli bir kısmı bölgede yaşayan fakirlere dağıtılırdı. Ayrıca Mekke emirine, Mekke ve Medine ileri gelenlerine ve çöl Araplarına da hediyeler gönderilirdi. Alay, yol boyunca ilerlerken altmışın üzerinde yerde konaklar, hacıların kaldıkları bu menzil külliyelerinin bakım ve onarımlarını da gerçekleşirdi. Böylece pek çok ülkeden gelen hac kervanlarının konaklama yerleri de Osmanlı tarafından imar edilmiş olurdu.
KÂBE ÖRTÜSÜ SURRE ALAYI İLE GÖNDERİLDİ
Fransa, Napolyon Bonapart aracılığı ile 1798'de Mısır'ı işgal etmesinin üzerine daha önceleri her sene Mısır'da dokunan Kâbe örtüsü, İstanbul'da Sultanahmet Camii avlusunda hazırlanarak Surre Alayı ile birlikte gönderilmeye başlandı. Örtü genellikle siyah renkli ibrişim ve ipekten dokunurdu. Kâbe'nin yeni örtüsü götürülünce eski örtü İstanbul'a getirilir, Eyüp Sultan Türbesi'nde halkın ziyaretine açılır, sonra da ulema ve devlet ricali tarafından tekbirle saraya getirilip, 'Hırka-ı Saadet' Dairesi'nde saklanırdı.
Birinci Dünya Savaşı'nın çok yoğun yaşandığı yıl (1917-1918) ancak Şam'a kadar ulaşabilen hediyeler, 1919'dan sonra artık yollanamaz oldu. Padişahlık sıfatını taşımayan son halife Abdülmecid Efendi, 1923-1924 yıllarında bu geleneğe resmen son verdi.
MISIR'A KADAR DENİZ YOLU TERCİH EDİLİYORDU
Hacı adaylarının diğer bir önemli yolu ise Kahire idi. İstanbul ile Ege ve sahillerinden deniz yoluyla hacca gidecek müminler gemilerle hareket ederek İskenderiye'den karaya çıkarlar ve oradan Kahire'ye ulaşırlardı. Daha uzun süren fakat daha güvenli olan Şam yolunu kullanmak istemeyen Osmanlı hacıları bu şekilde Mısır'a kadar deniz yolunu tercih ediyorlardı.
İsmail Hakkı Bursevi, 1710 yılında hacca giderken önce Bursa'dan İstanbul'a gitmiş, burada bir ay kaldıktan sonra deniz yoluyla İskenderiye'ye, oradan da Kahire'ye ulaşmıştı. Yine Osmanlı devri Halvetiye şeyhlerinden Karabaş Veli de 1685 yılında deniz yoluyla aynı güzergâhı kullanarak hacca gitmişti.
Bunlardan başka Yemen'den başlayan diğer bir resmi hac yolu daha vardı. Hakkında yeterli bilgi olmasa da, Yemen ve Bağdat-Basra yolları da bu hac yolları arasında yer alıyordu. Yemen başta olmak üzere, Asir, Umman, Kızıldeniz'in Afrika sahilleri, Hadramut ve Orta Afrika'nın doğusundan yola çıkan hacılar Yemen yolunu kullanırlardı.
KERVAN YOLLARI İŞLEK DEĞİLDİ
Bağdat ve Basra'dan Hicaz'a doğru Arabistan yarımadasını doğudan batıya aşan kervan yolları ise Safevilerle olan siyasi ihtilaflar sebebiyle pek işlek değildi. Mağrib'den ve Arabistan yarımadasının çeşitli yerlerinden yola çıkan bazı hacı adayı grupları da herhangi bir resmi kervanın himayesi olmadan Mekke'ye kendi başlarına gidiyorlardı. İranlı hacılar genellikle Bağdat'tan Basra'ya ve oradan Hicaz'a giden yolu kullanıyorlardı. Fakat Osmanlı Devleti, İranlı hacıların resmî Şam, Kahire veya Yemen güzergâhını kullanmasını mecburi tutmuştu.
Kızıldeniz üzerinden vapurla Cidde'ye giden hacı adayları bir iki gün dinlendikten sonra deve veya eşek kervanlarıyla Mekke'ye hareket ediyorlardı. II. Abdülhamid döneminde askeri nakliyatın yanı sıra hac yolculuğunu kolaylaştırmak amacıyla Hicaz demiryolu yaptırılmışsa da 1908'de Medine'ye ulaşan hattın daha sonra Mekke'ye ve oradan da Cidde'ye kadar uzatılma planı, imparatorluğun dağılış sürecinde Türkler aleyhine kışkırtılan bedevilerin saldırıları yüzünden gerçekleştirilememiş, Medine'ye gelen trenler de daha çok asker ve mühimmat taşımıştır.
DEVELER YERİNİ DENİZ ULAŞIMINA BIRAKTI
Süveyş Kanalı'nın açılmasından sonra hacca deniz yoluyla gidip gelmek daha da kolaylaştı. Buharlı gemilerin ortaya çıkışı ve 1869 yılında Süveyş Kanalının açılmasıyla hac yollarında önemli değişmeler meydana geldi. Karadan deve kervanlarıyla yolculuk, yerini büyük ölçüde deniz ulaşımına bıraktı.
İlk buharlı gemiler Süveyş'le Mekke'nin limanı olan Cidde arasındaki yolculuklarına 1858 yılında başladılar. İstanbul'dan hareket eden gemilerle yola çıkan hacılar, Cidde'de karaya çıkarak iki gün istirahat ettikten sonra deve veya merkep kervanlarıyla Mekke'ye hareket ediyorlardı. Şam yolu artık eski ehemmiyetini kaybetmiş, 1882 yılında bu yolu yalnızca 4 bin hacı kullanmıştı.
II. ABDULHAMİD DÖNEMİNİN HİCAZ YOLU
Sultan Abdulhamid'in ilk yaptığı bağışla düzenlenen kampanyadan gelen paralarla inşa edilen Hicaz Demiryolu, İslam dünyasının büyük fedakârlıklarıyla tamamlanmıştı.
II. Abdülhamid Han`ın, Arap Yarımadası'nda Osmanlı`nın siyasî hâkimiyetini pekiştirmek, mukaddes toprakları ziyaret etmek isteyen Müslümanları tehlikelerden korumak ve en önemlisi de Hac yolculuğunu kolaylaştırmak için hazırlattığı Hicaz Demiryolu Projesi, bütün devlet erkânı ve ihtisas sahibi insanlar tarafından gerçekleştirilmesi imkânsız bir rüya gibi algılandı.
Abdülhamid'in Hicaz Demiryolunun inşası için verdiği emrin ardından, Cezayir`den Tunus`a, Güney Afrika`dan Amerika`ya, Hollanda`dan Singapur`a, Rusya`dan Çin`e, Fas`dan Mısır`a, Hindistan`dan Cava`ya, Sudan`dan Balkanlar`a, Kıbrıs`dan Viyana`ya, Almanya`dan Bosna`ya, Fransa`dan İran`a kadar bütün Müslüman halktan yardımlar yağmaya başladı. Bu yardımların arkasından Osmanlı neferleri ile Mühendislik Mektebi öğrencileri kolları sıvadı. Bu proje ile II. Abdülhamid Han, siyasî bir dehâ olduğunu ispatladı.
"BAŞARILMASI İMKÂNSIZ FANTEZİ"
1 Eylül 1900 tarihinde temelleri Şam`da resmî bir törenle atılan Hicaz Demiryolu Projesi, Avrupalılar tarafından "başarılması imkânsız fantezi" olarak dünya kamuoyuna lanse edilse de, Müslümanlar tarafından büyük bir teveccüh görerek desteklendi.
Daha ilk yıllarda bağışların tutarının yirmi milyon frangı bulması, Batı medyasının da gözlerini buraya çevirmesine ve bu konuyu sürekli gündemde tutmasına sebep oldu. Bir siyaset dehası olan II. Abdülhamid, Hicaz Demiryolları Projesi'ne teşvik için, 5 ila 50 altın arasında bağış yapanlara nikel, 50 ila 100 altın arasında bağış yapanlara gümüş ve 100 altından fazla bağış yapanlara da altın madalyalar takdim etti.
Rumeli, Anadolu, Bağdat, Kahire ve Kudüs Demiryolları`nı, Fransız, Alman ve İngilizlere inşa ettiren II. Abdülhamid'in, Gül Yurdu'na varacak olan Hicaz Demiryoluna gayri Müslim teri akmasına gönlü razı olmadı ve bu projeyi bizzat öz kaynaklardan yaptırdı. "Mukaddes Yolculuk" adıyla anılan Hicaz Demiryolu Projesi`nde, 7 bin 500 Osmanlı askeri, maaşlı ve bir yıl erken terhis edilecek statüde çalıştırıldı. Demiryolunun inşaatında, amele-i mükellefe denilen yöre halkının yanı sıra Avrupalı ustalar da çalıştırıldı.
PEYGAMBER EFENDİMİZİ RAHATSIZ ETMEK İSTEMEDİ
Sultan II. Abdülhamid Han, Hicaz Demiryolunun inşasında Medine-i Münevvere`nin 20 kilometre yakınına gelindiğinde Peygamber Efendimiz (S.A.V) rahatsız olmasın diye Medine`nin merkezine kadar raylara keçe döşetti ve trenin raylar üzerinden geçmesi ile çıkacak sesleri engelletti.
II. Abdülhamid'in tahtan indirilmesine kadar "Hamidiye Hicaz Demiryolu" olarak anılan ve 18 Ocak 1909'dan itibaren sadece "Hicaz Demiryolu" olarak bilinen hat, 1918'de bin 900 kilometreyi aştı. Medine komutanı Fahreddin Paşa'nın Mondros Mütarekesi'nin 16'ncı maddesi gereğince 7 Ocak 1919'da imzaladığı şartname gereği Medine'yi teslim ve tahliye etmesi ile birlikte Hicaz Demiryolu üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti kalkmıştı. Medine'de bulunan Mukaddes Emanetler, Fahreddin Paşa'nın üstün çabalarıyla Hicaz Demiryolu hattı sayesinde İstanbul'a taşınabildi.
Osmanlı Devleti'nin o bölgeyle haberleşmesini de kolaylaştıran Hicaz Demiryolu, Hacca gitmek isteyen Müslümanların da işini oldukça kolaylaştırdı.
MALCOLM X'İN HAYATINDAKİ BÜYÜK DÖNÜŞÜM
Malcolm X, ırkçılığa karşı çözümler sunduğu, hayatında büyük bir dönüşüme vesile olacak Hac yolculuğu için önemli satırlar kaleme aldığı mektubunda şu satırlara yer veriyor:
"Hiç böyle bir şeye şahit olmamıştım. Böyle sıcak kucaklaşmalara, bu kutsal yerde yaşanan, ırkları ve renkleri ne olursa olsun gerçek kardeşlik gösterilerine... Geçen bir hafta içinde etrafımdaki her renkten insanın sergilediği bu cana yakınlık karşısında söyleyecek söz bulamıyorum... Sizler, belki de bu sözcüklerin benden gelmesine şaşıracaksınız. Fakat bu kutsal ziyarette gördüğüm, tecrübe ettiğim şeyler beni sahip olduğum tüm eski düşüncelerimi yeniden gözden geçirmeye ve takındığım birçok tavrı bir kenara atmaya zorluyor... Amerika, İslam'ı anlamak zorunda. Çünkü toplumdan ırk problemini silen tek din o...Kahire'den Cidde'ye, kutsal şehir Mekke'ye kadar gözleri mavinin mavisi, saçları sarının sarısı, derisi beyazın beyazı olan insanlarla aynı tabaktan yemek yedim, sözlerinde Nijerya'nın, Sudan'ın, Gana'nın Afrikalı Müslümanların sözlerindeki kardeşliği, içtenliği hissettim."
YÜZ BİN KİLOMETRE YOL KAT ETTİ
28 yıl boyunca aralıksız neredeyse yüz bin kilometre yol kat eden, Kuzey Afrika'dan Mısır'a, Afrika'dan Anadolu'ya, Hindistan'dan Rusya'ya ve hatta Çin'e yedi iklim dört bucak gezen Tancalı (Fas'ın kuzeyinde bir şehir) müslüman gezgin Ibni Batuta, batılıların onlarca yıl sonra keşfedecekleri yerlerin altını üstüne getirmiş, neredeyse en ince ayrıntısına kadar incelemiş ve bunları olağanüstü bir seyahatname halinde kendisinden sonrakilere miras bırakmıştır.
Mekke yolunda eski dünyanın 7 harikasından biri olan İskenderiye fenerini ziyaret eden Batuta, burada dindar bir sofuyla konuşur. Aktardığına göre sofu seyahat etmeyi ve yabancı topraklarda dolaşmayı çok sevdiğini görüyorum, diyerek Hindistan ve Çin'deki mübarek kişilere selamlarını iletmesini ister. Daha sonradan bu uzak diyarlara gitme fikri beynime yerleşti diyerek sözlerine aktarır İbni Batuta.
SULTANÜ'Ş-ŞUARA'NIN HAC YOLUNDAKİ HADİSESİ
Türk edebiyatının en büyük ve meşhur temsilcilerinden Urfalı Nabi, 1678-1679 yılları arasında gerçekleşen hac seyahatini Tuhfetü'l-Harameyn isimli eserinde anlatır. Nabi'nin hac yolculuğu, daha hususi bir grupla vaktinden evvelce çıkılan ve uğranılan yerlerde bazen günlerce kalınabilen bir özellik taşır. İstanbul'dan Şam'a giderken Anadolu'nun sağ kol denilen güzergâhını kullanan Nabi ve beraberindekiler, Şam'dan itibaren yol değiştirerek Kahire'ye geçmişler ve Mısır hac kervanına katılarak mukaddes topraklara ulaşmışlardır.
MİNAREDEN OKUNAN ŞİİR
Devrinde Sultanü'ş-Şuara olarak anılan Şair Nabi ile ilgili 1678 yılında hacca giderken yaşadığı rivayet edilen ve adeta tüyleri diken diken eden bir hadise vardır.
Hacca gitmeye niyetlenen Nabi, o dönemlerde meşakkatli bir yolculukla menzile ulaşabilen bir kafile ile yola çıkar. Kafile Medine'ye yakın bir yerde mola verir; ancak Nabi kendisinde oluşan heyecan nedeniyle uyuyamaz. Gözleri etrafta gezinirken bir kişinin ayakları kıbleye karşı yattığını görür. Böyle durumlarda çok hassas olan şair, şu mısraları söyler:
Sakın terk-i edebden kuy-ı mahbub-ı Huda'dır bu (Kuy-ı mahbub-ı Huda: ALLAH (c.c.)'ın sevgilisinin beldesi )
Nazargah-ı Ilahi'dir makam-ı Mustafa'dır bu (Nazargah: Bakılan yer )
Bu beyti duyan kişi hemen toparlanır, ayağa kalkar ve çok utanır. Bir müddet sonra herkes toparlanır ve yola çıkarlar. Sabah ezanları okunurken Medine'ye yaklaşırlar. Fakat hayrete düşerler. Mescid-i Nebi'nin bütün minarelerinden müezzinler sala verir gibi şunları okumaktadır:
Sakın terk-i edebden kuy-ı mahbub-ı Huda'dır bu
Nazargah-ı Ilahi'dir makam-ı Mustafa'dır bu
Namazlar kılındıktan sonra kafilede bulunanlar büyük bir şaşkınlık içinde müezzine, "bu şiiri şair Nabi daha bu gece yolda iken söylemişti. Siz nereden biliyorsunuz?" diye sorarlar. Aldıkları cevap muhteşemdir. "Peygamber efendimiz (s.a.v) bu gece rüyamızda, 'Ya müezzin kalk yatma. Benim âşıklarımdan biri benim kabrimi ziyarete geliyor. Şu cümlelerle minareden onu istikbal et' dedi.
FİKRİYAT