'Bu senin tahtın mı diye soruldu, sanki odur, dedi. Bize daha önce bilgi verilmişti.'
(Neml, 42)
Belkıs Hz. Süleyman'ın (AS) mektubunu okuduğunda aklını ve ferasetini gösterecek şekilde 'Hükümdarlar bir ülkeye girdiğinde memleketin altını üstüne getirirler' mealinde bir söz söyler. Bir yöneticinin bunu diyebilmesi bizi şaşırtmaz, çevresinin kendisini cesaretlendirmesine rağmen soğukkanlı düşünebilmesi dikkati dağılmayan dirayetin, cürete bulaşmayan cesaretin ve istişareyle kaybolmayan idrakin bir delilidir. Belkıs'ın hükümdarlar için söylediği söz tasavvuf edebiyatında derinliği keşfedilen bir ilkeye dönüşür: Sufilere göre 'hükümdar' derken kast edilen aşk veya iman, memleket ile kast edilen de kalptir. Vakıa bir kalbe iman/aşk girdiğinde, oranın altını üstüne getirir, insanın değerlerini alt üst eder, kurduğu dünyayı yer ile yeksan eder. Bu itibarla aşk bir devrimcidir, aşıkta insan zihni yeniden inşa edilir, değerlerin sınırlarından özgürleşerek başka bir dünyaya varabilme cesareti elde eder.
Belkıs Süleyman'ın davetine icabet eder, tahtı ise Belkıs'tan önce gelir. Süleyman'ın talebi üzerine cinlerden birisi kısa bir sürede tahtı getirebileceğini söylerken 'kendisine bilgi verilen (bilginin ne olduğun bilmiyoruz?)' insan ise göz açıp kapatma zarfında tahtı getirebileceğini söyler. Süleyman'ın böyle bir kudret izhar etmedeki amacı neydi? Süleyman salt bir hükümdar ise hiç kuşkusuz tahtın getirtilmesi onun gücünü, iktidarını ve devletini gösteren bir simgedir. Belkıs ise kendisinden güçlü bir hükümdara teslim olacak, onunla savaşı seçmemiş olmamakla ne kadar doğru karar verdiğini düşünmüş olacaktı. Lakin Hz. Süleyman (AS) bir hükümdar değil peygamberdir. Peygamberlik ile hükümdarlık bir araya geldiğinde, hükümdarlık konuşulması gereken bir değer olmaktan çıkarak sıradanlaşır. Hükümdar peygamber ile en çaresiz peygamber -mesela bir döneminde Hz. Eyyub (AS)- peygamberlik acziyetinde birleşir, her ikisi de Tanrı'nın iktidarının göstergesi haline gelir. O zaman Süleyman Peygamber'in tahtı getirmekle izhar etmek istediği şey, kendi kudreti olamaz; peki amaç nedir?
Hz. Süleyman (AS) 'tahtın onun olup olmadığı konusunda Belkıs'ı sınayın' der. Belkıs tahta 'benim tahtımdır' veya değildir demez, 'sanki odur (keennehu hüve)' diye benzerliğe atıf yapan bir tabir kullanır. Günlük hayatta birçok kez bu tabiri kullanmış olabiliriz. Hadiseleri ve nesneleri birbirine benzeterek tanımak zihinsel alışkanlıktır, birçok şey için 'bu falan şeye benziyor' diye konuşuruz. Bazen yaşadığımız hadiseleri sanki daha önce yaşamış gibi hisseder, dejavu halinde hadiselerin yinelendiğini düşünürüz. Bu söz öyle bir söz değildir, öyle okunmamalıdır. Belkıs'ın söylediği sözün bağlamını aşarak tüm varlıkla ilgili genel bir ilke olabileceğine dikkatimizi çeken İbnü'l-Arabi'dir.
'Sanki o' iki şeyin ilişkisini anlatmak üzere söylenen bir söz ise üzerinde düşünmemize gerek olabilecek bir durum yoktur. Halbuki din bize nesneleri ve hadiseleri olduğu hal üzere göstermeyi amaçlamışsa, kıssa dahilinde tedrici konuşma olduğunu düşünebiliriz. Tedricilik, Belkıs'a mektubun ulaşmasından başlayarak Müslümanlığını izhar ettiği sahneye kadar hadiseler ve varlıklar hakkındaki gerçek hüküm üzerine bir imanın ikamesini anlatır. Bu durumda Belkıs, Süleyman ve bilgi verilen insan arasındaki konuşma metafizik bir zemine taşınarak hadiselerin tanımlanması, şeylerin hüviyeti ve görüntü ile gerçeklik ilişkisi hakkındaki tümel bir teorinin kapılarını bize açar.
Öncelikle 'sanki o' tabirini gerçek bağlamında anlayabilmek için tahtı getiren kişiden söz eden ayet-i kerimede 'kendisine bilgi verilen kişi' denildiğini hatırlamak gerekir. Verilen bilgi nedir, bunu bilmiyoruz fakat kıssada o ifadenin birkaç yerde tekrarlandığını hatırlamak gerekir. Verilen bilgi ile 'sanki o' denilmesi arasında ilişki varsa o zaman kıssanın ruhunu daha iyi takip edebilme ihtimalimiz ortaya çıkar.
Ardından ikinci sahne yaşanır: Belkıs'a saraya girmesi söylenir, o ise eteklerini çekerek yürür. Bu da başka bir yanılsamadır; saray sanki bir göldür. Belkıs ise ikinci sahnede 'ben de Süleyman ile birlikte iman ettim' diyerek imanını izhar eder.
İki hadise ardışık düşünülünce Belkıs'ın Süleyman'ın veya yanındakilerin gücüne ikna olması beklenirdi. Bu durumda ise 'iman ettim' demek yerine 'itaat ettim' demesi gerekirdi. Burada mucize gerçekleştiğini düşünmeye gerek yoktur. Çünkü birincide bilgi verilen insan tahtı getirmişken ikincide cinlerin yaptıkları saraydan söz ediliyor. Binaenaleyh Belkıs'ın imana neden ulaştığını anlamak için ortada neden görünmemektedir.
Burada tekrar İbnü'l-Arabi metafiziğinin yaklaşımını hatırlamakta fayda vardır: Belkıs hadiselerin sürekli yaratılışını görmüş olmakla Tanrı alem ilişkisinin dinamik ve değişen tabiatını fark etmiştir. Bu durumda Belkıs başından beri değişim içerisinde şeyleri olduğu hal üzere idrak yolunda ilerliyordu veya bunu önceden biliyordu. Süleyman'ın ona göstermek istediği tam olarak buydu; hadiselerin ve nesnelerin sürekli değişimi! Burada ne kudret izharı ne iktidar gösterisi olabilirdi. Süleyman hadiselerin sürekli yenilendiğini, hiçbir şeyin tam olarak kendisi olmadığını hatırlatmakla içinde kendilerinin de bulunduğu dünyanın görüntüden ibaret olduğunu hatırlatmış, Belkıs da buna iman etmişti. Bu durumda iman dünyanın bir gölge ve görüntü olduğuna inanmak şeklinde tebarüz eder. Daha önce ise ibadet ettiği putlar 'kendisine verilmiş' bu bilgiyi unutturmuş olmalıdır.
Haddizatında paganlığın yol açtığı şey tam olarak budur, en azından paganlık insanın değişen dünyadan ve sürekli başkalaşmadan korkmasıyla başvurduğu bir yanılsamadır. Paganlık hadiselerin gerçek yüzünü örterek insana yanılsama tarzında sabitliği ve sürekliliği gösterirken gerçek dindarlık hadiseler üzerindeki perdeyi kaldırmakla hiçbir şeyin sadece A veya B olmadığını, her şeyin yinelenen suretlerden ibaret olduğunu anlatır.: A, A ve A olmayandır.
'Sanki o' taht için söylenmiş bir sözdür fakat onunla sınırlı değildir: Belkıs, Süleyman ve oradaki herkes ve her şey 'sanki o' diye görünen sonsuz tecellilerden ibarettir. Belkıs buna iman etmiş olmalıdır.
Ekrem Demirli