"Bu kitabı, endişe-i hakikatle me'luf vicdanlar, mebahis-i nihaiyeyi seven insanlar zevkle okuyabilirler. Bir asırdır bu muhit ve bu millet hayli Raci'ler yetiştirdi ve daha birçokları yetişecektir.Kari'lerimize takdim ettiğimiz bu hikâyeler, acaba hikâye mi? mazhar-ı teveccüh olursa kendimizi bahtiyar sayarız, çünkü bu hikâyeye rağbet, ciddiyete izhar-ı teveccüh manâsını mutazammındır, bu ise kari'lerimizden istib'ad edilemez. Bu muhterem millette endişe-i hakikatle te'siryâb binlerce hassas yürek mevcud olduğunu yar ve ağyare isbat etmişdir."
Bu ön sözle başlayan Âmak-ı Hayal kitabı; faniliğin sorgulandığı, vahdet-i vücut anlayışını anlatan Hindistan'daki Buda'dan, Zerdüşt ile yüzleşmesine, ejderha ile savaşından, Çin'e uğrayıp Zümrüdü Anka'nın üzerinde uzayın derinliklerine yol alışına kadar varan uzun bir yolculuğuyla karşımıza çıkar.
Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah'a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah'a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah'ın kudretini ve sırrını göresin.
Hakikati arama yolunda, aklın ve mantığın çözemediği birçok meseleyi çözmeye çalışan "Var" ile "Yok"un hikâyesidir aslında Âmak-ı Hayal. Ferdin iç dünyasının ve fizik ötesi âlemin konu olarak seçilmesi bakımından önemli olan eser, bu 'eski' konuyu, 'yeni' bir şekilde sunar. Aslında kendini, mutluluğu ve hakikati arayış yolculuğunda, insan-ı kâmil olabilme macerasında insanın, hedefe yalnızca akıl ve onun ulaşabildiği bilgilerle değil; sezgiyle, nefis terbiyesiyle, manevi seferlerle, mistik bilgi, fizik ötesi semboller ve bunların karşılıklarının kavranabilmesiyle varılabileceğini savunan felsefi bir romandır.
Vahdet-i vücûd görüşüyle oluşturulan eserde Budizm, Brahmanizm ve Zerdüştlük gibi Doğu dinlerine ait öğeler mevcut. Ayrıca İslamiyet öncesi ve sonrası Türk edebiyatı sözlü geleneğine ait olağanüstü kahraman, kavram, durum ve mekânlar da kullanılır.
CENNETİN UZAĞINA DÜŞEN BİR ÂDEM
A'mâk-ı Hayâl iki bölümden oluşur. İlk bölüm, "Raci'nin Hatıraları" başlıklı birinci bölüm dokuz günden meydana gelmekte; "İkinci Bölüm" ise "Manisa Tımarhanesi, Râcî'den Sami'ye mektup, makam düşkünü deli, çifte hafızlar, deliliği akıllılığından daha makul bir deli" başlıklarını taşır.
Hep ikilik birlik için.
Bak iki göz bir görüyor!
Birlik ise dirlik için
Bak iki göz bir görüyor!
Ruh ve ceset arş ve felek
İns ve peri cin ve melek
Birlik için hep bu emek
Bak iki göz bir görüyor!
Şirkten eyle hazer,
Vaktini boş etme güzer!
Aleme bir eyle nazar
Bak, iki göz bir görüyor!
Sen de seni sen de seni
Bil ki, budur ''Allemeni''
Birleye gör can ve teni
Bak, iki göz bir görüyor!
Romanın başkahramanı Raci, aşk membaına susamış, çok iyi eğitim almış, iyi bir işi ve arkadaş çevresi olan bir gençtir. Dinle münasebeti annesinin kendisine aktardığı şeylerle çevrilidir. Raci, ulaşmak istediği pek bir şey de bilmez. Her şeye ve her imkâna sahiptir. Lakin içindeki yalnızlık, onu hakikati aramaya sevk eder daima.
Sıradan bir günde, her vakit önünden geçtiği kabristana girer ve hikâye Raci ile Aynalı Derviş'in karşılaşması ile başlar. Onun bu engellenemez yolculuğu Aynalı Derviş'in rehberliğinde başlar.
Raci ney sesi ve içtiği kahvenin etkisiyle her gün değişik bir rüyaya dalar ve bu rüyalardan uyandığı vakitte Aynalı Baba rüyadaki sırrı-hikmeti açıklar. Raci, birinci gün Buda ile hiçlik zirvesine çıkmış, ikinci gün ise Zerdüşt ile tanışıp Nar ve Nur'un ışığında yol alır. Üçüncü gün devr-i daimi görmüş, dördüncü gün İmtihan Meydanı'ndan geçip Ârif'ler Meclisi'ne katılmıştır. Sonraki günlerde ise Azâmet Sahası, Azâmet Deryası ve Ululuk Girdabı, Ebedi Bilmeceler maceralarından sonra Anka kuşunun sırtında âlemleri seyre çıkar. Bir gün onulmaz bir hafiflik ile uzaya çıkar, bir gün güzeller güzelleriyle âleme gark eder, diğer bir gün kutsal ve felsefi isimlerle muhakeme ve münakaşaya şahit tutar gibi maceralar yaşadıktan sonra dokuzuncu gün Ulular Meclisi'ne dâhil olur.
Aynalı Derviş, dervişlik ve bilmişlik yolculuğunda Raci'ye kâinat rehberliği yapar. Türlü imkânsız ve akıl almaz hikâyeler ile Raci'yi rüya, uyku ve uyanıklık âleminde oradan oraya gezdirir. Türlü lezzetler ve acılarla karşılaştırır.
Her macerasında farklı sorular sorar ve bu soruların cevabını arar. Kaf Dağı'nda "Bu kervan nereye gidiyor?'' sorusunu soran, Raci'nin şüpheci nefsidir. Bu soruyu kahramanımız Kaf Dağı yolculuğundan sonra şöyle cevaplar: "Ey akılsız canavar! Yaratıcıya muhtaç bu âlemler, feleğin mahkûmu bu kervan, eşsiz hayalin sırrına, çekici güzellik nuruna doğru koşup gidiyorlar.'' Bu cevaptan sonra ejderha bir kıza dönüşür ve delikanlının kulu olur. Artık Raci, beynini kemiren şüphe canavarından kurtulmuş ve hakikate kavuşur.
Daha sonra ise tehlikeli olduğu için akıl hastanesine gönderilir. Birkaç gün içinde öfkesi dinmiş olduğundan orta ve hafif delilerle beraber bir avluya bırakılır. Bu avlunun ortasında bir havuz bulunduğu için deliler ulu orta bu havuzda yıkanırlar ve avluda genellikle çıplak dolaşırlar. Bu olayların yaşandığı dönemde Manisa Akıl Hastanesi müthiş bir sefalet yaşamaktadır. Hastaların yattıkları yataklar hiçbir yerde görülemeyecek kadar pis ve yemekler kötüdür. Avlu önündeki demir parmaklıklar önüne gelen halk, buradan delileri izler, onlara yiyecek ve sigara verir. Hastanede havuzdan başka hiçbir tıbbi tedavi bulunmaz. Delilere pösteki saydırılmakta ve öfkeli olanlara Allah rızası için sopa atılır. Raci, Manisa Akıl Hastanesinde öyle çok deli ve delilik çeşidi ile karşılaşmıştır ki 'sakın âlem büyük bir akıl hastanesi olmasın? ' diye düşünmüştür. Başından geçen bu 23 fantastik hikâyede insan-ı kâmil olma yolundaki sorularının cevabını arar.
Raci, dervişlik yolunda türlü hal ve melal içerisinde seyrederken yoğun fantastik ögelerle gerçek arasında gidip geliyor. Bu yolculukta aslında o, cennetin uzağına düşen bir âdem olarak çıkıyor karşımıza.
FİKİR ADAMI AHMET HİLMİ
Son dönem Osmanlı fikir adamı olan kitabın yazarı Ahmet Hilmi, başlangıçta İttihat ve Terakkî Cemiyeti'ni desteklese de II. Meşrutiyet'ten sonra giderek artan yanlış davranışları yüzünden cemiyeti ağır bir dille eleştirmekten çekinmedi. Hem bu eleştirileri hem de Siyonizm'e ve masonluğa yönelik suçlamaları yüzünden dergi ve gazeteleri sık sık kapatıldı. Beklenmedik bir şekilde ölümü bakır zehirlenmesine bağlandıysa da masonlarla ilgili neşriyatından dolayı bir komploya kurban gittiği de ileri sürülmüştür.
19. yüzyılın hâkim felsefesi olan maddeciliği reddetmiş, İslâm felsefesiyle Batı felsefesi arasında zaman zaman uzlaşma yolları aradı. Amak-ı Hayal kitabında da bunu görüyoruz.
Hayatla yenileşme arasında kuvvetli bağların bulunduğunu kabul eden Şehbenderzâde, hayatla mevcut durumu koruma fikrini birleştirmenin imkân dâhiline girmediğini söyler ve asırlardan beri dinle ilgilenmelerin İslâm toplumunu zaman dışında yaşatmaya çalıştıklarını, bunun da büyük bir hata olduğunu belirtir. İtikadî esaslarda değişimin düşünülemeyeceğini, fakat sosyal hayatta farklı ihtiyaçların ortaya çıkabileceğini, bunun için içtihadın tekrar işler hale getirilmesinin gerektiğini vurgular. Yapılacak şey, içtihat anlayışı çerçevesinde dinî meselelere dair hükümleri ilmî esaslarla bağdaştırmak ve durmadan çalışıp fikir üretmek. İçtihat kapısının kapandığını söylemek insanların sosyal ihtiyaçlarını görmemek demektir. Bu ihtiyacın karşılanması için bir yüksek içtihat meclisinin kurulması ve bütün mezheplerden yararlanmak suretiyle problemlere çözüm getirecek ortak noktaların belirlenmesi bir zaruret haline geldiğini de söyler.