Yeni dönem Türk sinemasında da, Karadeniz üzerinden kurdukları anlatılarıyla iyi bir sınav vermiş filmler mevcut. Yeşim Ustaoğlu'nun Bulutları Beklerken (2004), Özcan Alper'in Sonbahar (2008) ve Semih Kaplanoğlu'nun Bal (2010) filmleri, yönetmenlerin, Karadeniz'in görsel zenginliğiyle oluşturdukları sinematografilerini filmin söylemiyle çok iyi örtüştürmeleriyle doğa-insan ikiliğinden çıkan insanın doğayla mücadele etme pratiğini tersine çevirmiştir. Tüketim kültürünün doğaya yüklediği faydacı misyon, birey endeksli fetiş tüketim nesnelerini elde etmek için kullanılan bir depo olarak karşımıza çıkarken, doğal felaketlerden yakınmak, iki yüzlü modern bireyin sağaltımı olmaktan ileri gidemiyor.
Kalandar Soğuğu filminin önerdiği doğa, yaşamın farklı yüzlerinin içinde barındığı bir imgelem. Bu imgelemde, maden bulmaktan kestiği umudunu öküz güreşlerine bağlayarak yoksulluktan kurtulmaya çalışan Mehmet de (Haydar Şişman) yer buluyor, Mehmet'in umutlarını uçarı bulan ve onu düzenli bir maden işine girmeye zorlayan Hanife de (Nuray Yeşilaraz). Güreşe hazırlanan öküz de satılmak için toplanan salyangoz da. Evin babaannesinin hikâyelerinde bir korku göstergesi olarak imlenen ve savaş sonrası köyden göç etmek zorunda kalmış Rumlar da.
DOĞA VE DUYGU İLE BÜTÜNLEŞEN BİR TOPOGRAFYA
Filmin başarısı, bir yandan manzaranın oluşturduğu duygulanımla görsel imgeleri hikâyenin gerçekçiliğinden ayırıp doğayı içsel bir gönderen olarak sunarken diğer yandan hikâyedeki çatışmayı insanlar arası bir eylem olarak kurabilmesinde yatıyor.
Doğanın büyüsünden beslenen manzara seyri, ondan uzaklaştıkça hasretle andığımız ve iç içe geçmiş apartman dairelerimizden takip etmek zorunda kaldığımız sürece vereceği egzotik tatla zaten her zaman çok çekici bir tüketim malzemesi olarak görülmeye devam edecek; fakat Kalandar Soğuğu, eşsiz sinematografisiyle filmin ana karakteri olarak konumlandırdığı, acımasız olduğu kadar bereketli doğayı bambaşka bir şekilde sunar ve kar, sis, yağmur büyülediği kadar da acıtır izleyicisinin haz arayan gözlerini.
KURMACA HEM DE KURMACA OLMAYAN BİR YAPI ARZ ETMEKTE
Amatör oyuncuların ödülle buluşabilmesi filmin belgesel ve kurmaca arasındaki ince çizgide dans edişinin çok başarılı bir göstergesi.
28. Tokyo Uluslararası Film Festivalinden hem En İyi Yönetmen hem de WOWOW ödülleriyle dönen Mustafa Kara, Avrupa'nın prestijli festivallerinden Premiere Plans D'angers'tan da Jüri Özel Ödülü almış, Haydar Şişman ve Nuray Yeşilaraz'ın oyunculukları ve film Altın Portakal'da da taçlandırılmışken, Kalandar Soğuğu'nun Altın Lale olmasa da, festivale (En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Sinematografi ve En İyi Kurgu ödülleri ile) damgasını vurmuş olması tam da beklentileri karşılamıştır. Amatör oyuncuların ödülle buluşabilmesi filmin belgesel ve kurmaca arasındaki ince çizgide dans edişinin çok başarılı bir göstergesi.
Bir ailenin yaşam mücadelesinin, sözlü tarihin yeni öğrencilerinin, doğayla karşılaşmanın ve bir kendini var etme hikâyesinin dört mevsiminin de deneyimlenebileceği filmde, oyuncuların bir arada ve mekânlar ile iç içe geçirdikleri bu zaman hikâyenin çok daha organik olmasını sağlarken, ekibin belgeselci bir yaklaşımla deneyimledikleri doğa ile imtihanlarından doğan atmosfer de Kalandar Soğuğu'nun tüm şiirselliğinin altındaki gerçekçi duruşun kaynağına işaret ediyor. İdealist bir şekilde kararlarını filmin uğruna verdiğini anlayabildiğimiz Kara'nın gücüne güç katan ve sembolik anlatımı destekleyerek doğayı her şeyin önüne koyan olağanüstü sinematografide ise Cevahir Şahin ve Kürşat Üresin'in imzaları yer alıyor.
"Hiçbir şey imgelem tarafından yapılmaz ama her şey imgelemin içinde olur".
Doğa insana bir şey yapmaz, insan eylemi doğa imgeleminde yapılır. Filmin doğaya yaklaşımı bu önermeden beslenir. Doğa, insanın mücadelesinin muhatabı olarak fail durumunda algılandığı modern kapitalist söylemden her şeyin içinde gerçekleştiği bir içkin imgelem sahasına geçiş yapmaktadır. Doğaya yüklenen faillik onu insanoğlunun dilediği gibi kullanmasının yolunu açar. Filmde, Mehmet'in yoksulluktan kurtulmak için gösterdiği çaba eşiyle kurduğu ilişkisi üzerinden o kadar gerçekçi veriliyor ki seyirci bu çabayı doğaya rağmen yapılan bir mücadele olarak değil Mehmet'in içsel bir süreci olarak algılamasına sebebiyet veriyor.