Acem
Arapların Arap olmayanlara ve özellikle İranlılara verdikleri isim olan acem sözcüğü, Osmanlılar tarafından genellikle Farsları nitelemek için kullanılmış; bu nedenle Türkçe’ye de İranlı anlamında kullanılan bir sözcük olarak geçmiştir.
Acem tabiri, Arapçada; Araba nispetle yabancı, gayr-i Arap manasındadır. Ülke olarak da İran kastedilmektedir. Acem kelimesi bu mana ile İslâmiyet öncesi Arap şairleri tarafından da kullanılmış ve İranlılar ekseriya Farisi diye anılmıştır. Araplarca, Acem kelimesi İslamiyet döneminde ilk fetihler sırasında hususi olarak İranlılar için kullanılmış ve IX. yüzyıldan itibaren etnik ve coğrafi olarak Arap olmayan toplum ve coğrafyayı ifade etmeye başlamıştır. Daha sonraları Arapça'da Acem ismi tercihen İranlılar için kullanılmaya başlanmıştır. Buna paralel bir şekilde coğrafi olarak Acem tabiri de İran'a delalet etmeye başlamıştır. Günümüzde Acem tabiri İran'ı ifade etmektedir. Osmanlılarda, Azerbaycan ve Azerbaycan Türkleri için, sadece İran'ın egemenliğini ifade etmek maksadıyla Acem denildiği bilinmektedir. Türkistan ise, batıda Hazar'a kuzeyde Sibirya'ya kadar uzanmakta, güneyde Horasan'ı, Herat'ı bugünkü kuzey Afganistan'ı ve doğuda bugün Çin sınırlarında bulunan Doğu Türkistan'ı içine alan bir coğrafya parçasıdır.
Arapça bir kelime olan ucme, sözlükte "konuşurken dil kurallarına uymamak, dili bozuk olmak; düzgün ve fasihin zıddı" gibi anlamlara gelmektedir. Aynı kökten türeyen acem de kökünde "açık seçik konuşmak" mânası bulunan arab kelimesinin karşıtıdır. Câhiliye devri şiirinde acem yerine, aynı kökten gelen a'cem kelimesi de kullanılmıştır. Acem kelimesinin aynı zamanda tek kişiyi belirtmek için kullanılan bir kalıp olan nisbet hali acemî, fasih konuşsun veya konuşmasın, "Arap olmayan kimse" demek olup bu mânada Hz. Peygamber tarafından Vedâ hutbesinde de kullanılmıştır. A'cemî ise, ister Arap ister Acem olsun, "fasih konuşmayan kimse" anlamına gelmektedir.
Bu dönemde, fâtih Araplar'ın bunlara karşı sosyal ve siyasî üstünlüklerini ifade eden aşağılayıcı bir mâna da verdikleri acem kelimesi, III. (IX.) yüzyıldan itibaren, Arap olmayan toplumların ve özellikle İranlıların İslâm dünyasında sosyal ve kültürel alanda olduğu gibi politik alanda da güç kazanmalarıyla birlikte, sadece etnik ve coğrafî bir ayırımı ifade eder olmuştur. Bu çerçevede, Selçuklular devrinden itibaren İsfahan, Hemedan ve Tahran arasında kalan merkezî İran (el-Cibâl) için Irâk-ı Acemî, Irak olarak bilinen Mezopotamya bölgesi için de Irâk-ı Arabî tâbiri kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde acem kelimesi İran'ın bütünü için kullanıldığı gibi, Farsça'da ve Türkçe'de "İranlı" ve "İranlılar" manasına da kullanılmıştır. Türkiye'de Âzerî Türkleri'ne "acem" denmesi de İran'la olan münasebetleri sebebiyle olmalıdır. Ayrıca Türkçe'de ve Farsça'da acemi kelimesi mecazî olarak "bir işi beceremeyen, tecrübesiz, bilgisiz kimse" manasına da kullanılmaktadır.
Diğer yönden Müslüman İspanya'da, İber yarımadasında mahallî İspanyol lehçelerini konuşanlar için acem tâbiri kullanıldığı gibi, Arap harfleriyle yazılan İspanyolca literatürü ifade için de aljamia tâbiri kullanılmıştır. (TDV, İslamansiklopedisi, Acem - Adnan Karaismailoğlu )
ACEM ŞAİRLERİ
SELMÂN-I SÂVECÎ
Tahran'ın 125 km. güneybatısında yer alan Sâve şehrinde dünyaya geldi. Firâķnâme adlı mesnevisindeki kayda göre doğum tarihi 709 (1309) olmalıdır. Babası Tebriz'deki İlhanlılar'ın sarayında maliye işlerinde görevli idi. "Selmân" mahlasını kullanan şairin ilk hâmisi güçlü vezir Giyâseddin Muhammed b. Reşîdüddin Fazlullah olup ünlü masnû' kasidesi "Bedâyiu'l-eshâr" onun hakkındadır. İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han'ın ve eşi Dilşâd Hatun'un dikkatini çeken genç şair, İlhanlı Devleti'nin yıkılması üzerine 744'te (1343) Bağdat'a Celâyirli Devleti'nin kurucusu Şeyh Hasan-ı Büzürg ve onunla evlenen Dilşâd Hatun'un sarayına gitti. Sarayda melikü'ş-şuarâ makamına ulaştı ve hükümdarın oğlu Üveys'in eğitimiyle meşgul oldu. Hasan-ı Büzürg ve Dilşâd Hatun'un vefatlarından sonra Sultan I. Üveys'in sarayında daha iyi bir konuma geldi. Bu dönemde Nâsır-ı Buhârî, İbn Yemîn-i Tuğrâî, Ubeyd-i Zâkânî ve Hâfız-ı Şîrâzî gibi devrin ünlü şairleriyle görüştü. Sultanla birlikte yazları Tebriz'de, kışları Bağdat'ta bulunuyordu. Üveys'in vefatının (776/1374) ardından onun yerine geçen oğlu Sultan Hüseyin Selmân'a pek iltifat etmedi. Muzafferîler'den Şah Şücâ'ın 777'de (1375) Tebriz'i birkaç ay süreyle istilâsı esnasında orada bulunan şair onun için de methiye yazdı. Hakkında birkaç kaside söylediği Sultan Hüseyin'in Tebriz'e dönmesinden sonra hayatını yalnızlık ve yoksulluk içinde geçirdi. 12 Safer 778 (1 Temmuz 1376) tarihinde vefat etti.
Kasidede Menûçihrî, Senâî, Evhadüddîn-i Enverî, Hâkānî-i Şirvânî ve bilhassa Zahîr-i Fâryâbî ile Kemâleddîn-i İsfahânî gibi şairleri örnek almış, ancak lafız ve mâna açısından kendi şiirine özellikler kazandırmıştır. Abdurrahmân-ı Câmî, Bahâristân'da ibarelerindeki akıcılık ve kinayelerindeki dikkatin benzersiz olduğunu söyler. Selmân gazelde de Sa'dî-i Şîrâzî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin takipçisidir. Özellikle Sa'dî'nin tesiri açıktır. Selmân ile Hâfız-ı Şîrâzî'nin gazellerindeki vezin, kafiye ve mazmun beraberliği aralarındaki yakın irtibata işaret etmektedir. Hâfız, Selmân'ı zamanın önde gelen kişisi ve şiir ülkesinin padişahı olarak över. Selmân, Farsça ve Türkçe yazan daha sonraki şairler tarafından örnek alınmış, şiirlerine nazîreler yazılmıştır.
ENVERî
İran edebiyatında en büyük kaside şairi olarak kabul edilen Enverî'nin Türk şairlerinden Nef'î'nin üzerinde büyük tesiri vardır. Ancak Nef'î kendisinin Enverî'den de üstün bir kaside şairi olduğunu söyler.
Horasan'ın Deşt-i Hâverân vilâyetine bağlı Ebîverd ilçesinin Bedene köyünde doğdu. Bu sebeple Ebîverdî nisbesiyle de tanınır. Hayatı hakkındaki bilgiler, başta şuarâ tezkireleri olmak üzere diğer kaynaklarda rastlanan fıkralardan ibarettir. Adı bazı kaynaklarda Muhammed (Avfî, s. 334; Burhâneddin es-Semerkandî, vr. 246b), bazılarında Ali (Keşfü'ž-žunûn, II, 777 ve muhtemelen ondan naklen Hidâyet, I, 385; EI² [İng.], I, 524) olarak gösterilmiştir. Babasının adının İshak (Keşfü'ž-žunûn, II, 777) veya Mahmûd olduğu da öne sürülmektedir. Ancak bir şiirinde İshak'tan dedesi olarak bahsettiğine göre babasının adının Muhammed olması gerçeğe daha yakındır. Şiirlerinden, Enverî mahlasının sonradan kendisine başkaları tarafından verildiği anlaşılmaktadır (Dîvân [nşr. Müderris Rezevî], s. 155). Enverî'nin, muhtemelen Tûs'taki Medrese-i Mansûriyye'de tahsilini sürdürdüğü yıllarda ölen babasının bıraktığı oldukça yüklü mirası sefahat âlemlerinde tükettiğiyle ilgili rivayet doğru olmamalıdır. Çok iyi bir öğrenim gördüğü, felsefe, kelâm, mantık, riyâziyyât edebiyat, astronomi (hey'et) ve astroloji gibi ilim alanlarında geniş bilgi sahibi olduğu yine şiirlerinden anlaşılmaktadır. Sultan Sencer'e sunduğu kasidelerdeki mükemmeliyet onun daha gençliğinden itibaren şiir yazdığını göstermektedir. Enverînin ünlü bir şair olarak tanınmasına şu hadisenin vesile olduğu rivayet edilir: Bir gün Meşhed civarında Radgân'da medresenin kapısında otururken o sırada bu şehirde konaklamış olan Sultan Sencer'in mensuplarından ihtişamlı birinin maiyetiyle birlikte at üzerinde geçtiğini görür. Kim olduğunu sorunca saray şairi olduğunu söylerler. Enverî, birçok alanda geniş bilgi sahibi olmasına rağmen kendi perişan haliyle şairin durumunu karşılaştırır ve onun gibi olabilmek için şiir söylemeye karar verir. O gece yazdığı bir kasideyi ertesi gün Sultan Sencer'e sunar. Kasidesi beğenilir ve saray şairi olur. Doğruluk derecesi pek tesbit edilemeyen bu rivayete karşılık bir manzumesine dayanılarak babasının Selçuk şehzadeleriyle ilişkisi bulunduğu, Enverî'nin de bundan faydalanarak Sultan Sencer'e intisap ettiği söylenebilir. Şiirden çok iyi anlayan Sencer ona aylık bağlamış, şair de kendi ifadesine göre Sencer ölünceye kadar (552/1157) yanından ayrılmamıştır.
Enverî'nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Belh'ten kaçtıktan sonra (582/1186) vefat etmiş olacağına göre ölümü için verilen 547 (1152, Devletşah, Tezkire [trc. Necati Lugal], I, 148), 565 (1169, Keşfü'ž-žunûn, II, 777) 575 (1179, Hidâyet, I, 390) ve 580 (1184, Emîn Ahmed-i Râzî, II, 28) tarihleri doğru değildir. Onun yaklaşık 585'te (1189) Belh'te vefat ettiği söylenebilir.
FİRDEVSî
Tûs şehrine bağlı Tâberân'ın Bâj (Bâz) köyünde doğdu. Gazneli Mahmud'un tahta çıktığı sırada (387/997) elli sekiz yaşında olduğunu söylediğine göre (Şâhnâme, IV, 5) 329'da (940) doğmuş olmalıdır. Künyesi Ebü'l-Kāsım, lakabı Fahreddin, mahlası Firdevsî'dir. Adı kaynaklarda Ahmed, Hasan ve Mansûr; babasının adı Ali Fahreddin, Ahmed ve İshak olarak farklı şekillerde geçmektedir. Kendisine ve babasına verilen bu adlardan hangisinin doğru olduğu tesbit edilememiştir. Babasının Tûs ırmağından ayrılan Âbrâhe çayı kenarında bir çiftlik sahibi (dihkan) olduğu bilinmektedir. Firdevsî'nin çocukluk dönemi ve öğrenim hayatı hakkında kaynaklarda hemen hemen hiçbir bilgi yoktur. Onun yetiştiği dönemde, İran'ın İslâm öncesi tarihine ait Pehlevî dilinde yazılmış bazı eserler ortaya çıkarılmış ve bunlar yeni Farsça'ya çevrilmeye başlanmıştı. Özellikle, Sâsânî hükümdarlarından III. Yezdicerd'in (632-651) derlenmesini sağladığı Ħudâynâme'nin aslına ya da Arapça çevirisine dayanılarak birtakım şahnâmeler yazılmıştı. Muhtemelen başlangıçta diğer şairler gibi gazel ve kasideler yazan Firdevsî, bir süre sonra döneminin de etkisi altında kalarak eski İran tarihi hakkında bilgi edinmek üzere Pehlevî dilinde yazılmış eserlere karşı büyük bir ilgi duydu. O dönemde yazılmış eserlerden faydalanmak için babasından veya Zerdüşt rahiplerinden Pehlevîce öğrendi. Şiir yazacak kadar da Arapça biliyordu. Yirmi yedi, yirmi sekiz yaşlarında iken bir oğlu, ardından da bir kızı oldu. Kırk yaşına kadar rahat bir hayat süren Firdevsî'nin daha sonraki yıllarda hayatının sıkıntı içinde geçtiği anlaşılmaktadır.
SA'Dî
Fars edebiyatının en büyük şairlerinden.
Şîraz'da dünyaya geldi. Doğum tarihiyle ilgili olarak farklı rivayetler nakledilmektedir. Bu konudaki en önemli işaretlerden biri Gülistân'da yer alan, gençlik döneminde kendisinin mürebbi ve şeyhi olduğunu belirttiği Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî ile alâkalı hikâyedir (Külliyyât, s. 80). Bazı araştırmacılar hikâyede adı geçen zatın Ebü'l-Ferec Cemâleddin İbnü'l-Cevzî (ö. 597/1201) olduğunu kabul ederek Sa'dî'nin adı geçen âlimin ölümünden en az yirmi yıl önce 577 (1181-82) yılı civarında dünyaya geldiğini ileri sürmüştür. Gerçekte ise bu kişi İbnü'l-Cevzî ile aynı ismi, künye ve lakabı taşıyan torunudur. Torun İbnü'l-Cevzî dedesi gibi Bağdat'ta vaizlik, Müstansıriyye Medresesi'nde müderrislik yapmış, 633'te (1235-36) Dârülhilâfe muhtesibi olmuş, babası ve iki kardeşiyle birlikte Gülistân'ın telif edildiği 656 (1258) yılında Bağdat'ın istilâsı sırasında Moğollar tarafından öldürülmüştür. Sa'dî'nin gençliğinin bu hocasının muhtesibliği dönemine rastlaması sebebiyle o sırada yaşının yirmi civarında olması muhtemeldir. Buna göre 610-615 (1213-1218) yıllarında doğmuş olmalıdır. Yaşadığı dönemde sahip olduğu şöhrete ve halkın takdirini kazanmış olmasına rağmen hayatına dair bilgiler sınırlıdır. Eserlerinden hareketle kaleme alınan biyografilerdeki bilgileri de aktarılan tarihî hadiselerle uyuşmaması sebebiyle ihtiyatla karşılamak gerekir. Mahlası olan "Sa'dî"yi ne şekilde aldığı hususunda da ihtilâf vardır. Bazı kaynaklara göre bu mahlası Atabek Sa'd b. Zengî b. Mevdûd-ı Salgurî'nin (ö. 623/1226) adından gelmektedir. Ancak Sa'dî'nin külliyatında Sa'd b. Zengî'yi metheden bir şiiri mevcut değildir. Ayrıca Bostân'daki bazı beyitlerden onun şöhretinin Atabek Ebû Bekir b. Sa'd b. Zengî zamanında başladığı anlaşılmaktadır. İbnü'l-Fuvatî ve Hamdullah el-Müstevfî gibi tarihçiler ise bu mahlasın Sa'd b. Ebû Bekir b. Sa'd'a intisabıyla alâkalı olduğunu ileri sürmekte ve bu görüş araştırmacıların çoğu tarafından kabul edilmektedir. Gülistân'da Atabek Ebû Bekir b. Sa'd'ı andıktan sonra Şehzade Sa'd b. Ebû Bekir'i övmesi ve bu eserini ona ithaf etmesi bu görüşü desteklemektedir.
Osmanlılar Arap geleneğine uyarak İran ve ötesini tarif için Acem tabiri kullanmışlardır. Ancak, bundan dolayı Acem tabiri vasıtasıyla Türkistan'ı, Fars/İran coğrafi alanına dahil etmek mümkün değildir. Tarihî realite olarak Türkistan'ın İran coğrafyasından ayrı olduğu malûmdur ve hem Arapların hem de Osmanlıların kullandıkları Acem tabiri İran ve ötesi manasındadır. Zaten, Türkistan coğrafyasına dahil olupta bugün İran'ın sınırları dahilinde olan Horasan'ın bir kısmı ile Türkmenistan'ın bir parçası hariç, tarihî olarak ta, Farsların, Türkistan'ın bazı bölgelerini kısa süreli işgalleri dışında Türkistan coğrafyası ile alâkaları yoktur. Osmanlı müelliflerinin kullandığı Acem tabirinin Türkistan'ı da içine almasına dikkat edildiğinde Osmanlı Devleti'nin gelişmesinde etkili olan ilim ve kültürel etkileşimde çok önemli olan payın İran'ın değil, Anadolu Türklerinin de göçüp geldiği Türkistan'ın olduğunu tespit edebiliriz. Bu açıdan Acem tabiri müdakkik bir şekilde algılanıp değerlendirilmelidir. Ayrıca, Acem tabirinin Türkistan'ı da içine alan geniş manası göz önünde bulundurularak o dönemlerdeki Osmanlı ile Türkistan arasındaki güçlü ilişkilere de dikkat edilmelidir. (Osmanlılar'da coğrafî terim olarak "acem" kelimesinin mânâsı ve Osmanlı -Türkistan bağlantısındaki önemi)