Kudüs'ü kaybettiğimiz günden beri nöbetini asla bırakmayan bir muhafız, Iğdırlı Onbaşı Hasan…
1972 yılında Mescid-i Aksa'yı ziyaret eden merhum Tarihçi, yazar, gazeteci İlhan Bardakçı anlatıyor:
"Mescid-i Aksa'nın avlusunda üzerinde artık lime lime olmuş Osmanlı askeri kaputuyla, boyu iki metreye yakın bir kişi adeta abide misali duruyor. Selamlaşmadan sonra bu kişi kendini tanıtıyor: "20'nci Kolordu, 36'ncı Tabur, 8'inci Bölük, 11'inci Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı, Onbaşı Hasan…"
Bu kahraman, Osmanlı'nın, bu mukaddes şehir İngiliz toplarıyla tahrip edilmesin diye Kudüs'ten çekilmek zorunda kaldığı 9 Aralık 1917 tarihinden beri oradaydı. Kendisi şehirden en son ayrılan birliğin, geride bıraktığı nöbetçi Onbaşı'ydı. Aradan geçen yarım asrı aşkın zamana rağmen Iğdırlı bu kahraman görev yerini terk etmemiş, orada beklemişti.
Erdoğan içimizi sızlatan Onbaşı Hasan'ın hikâyesini şu cümlelerle bitirdi: "Bu yiğit, komutanının bir sözü üzerine yarım asır orada nöbet beklemişken, biz koskoca Türk Milleti olarak Allah'ın emrine Peygamber (as) hatırasına, ecdadın emanetine nasıl sırtımızı dönüp 'Kudüs'ten bize ne!' diyebiliriz."
KUDÜS NÖBETİNİ ASLA BIRAKMAYAN KAHRAMAN TÜRK ASKERİ
Gazeteci rahmetli İlhan Bardakçı arkadaşı Said Terzioğlu ile birlikte 1972 senesinin Mayıs ayında Kudüs'ü ziyaret ediyor. Onbaşı Hasan ile Mescid-i Aksa'nın merdivenleri başında öyle karşılaşıyor. Sonrasında yukarıda geçen önemli sohbet gerçekleşiyor. Yüzyıl öncesinde Osmanlı'nın çekilmesiyle elimizden çıkan Kudüs için ömrünü feda eden bir askerin onurlu duruşu, sızlatıyor içimizi.
Osmanlı devleti çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, devlet zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir ardçı bölük bırakırız. Bu bölükten geri kalan son nöbetçi Onbaşı Hasan'ın içimizi sızlatan hikâyesini, rahmetli İlhan Bardakçı'nın hatırasından aynen aktarıyoruz…
"Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz. Kudüs Kapalı Çarşısında rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin elindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid'ül Aksa'nın önüne kavuşturur.
Mir'ac mucizesinin soluklandığı ilk Kıble'mize yani...
Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hala bizim lakabımızla anılır. "12 bin şamdanlı avlu" derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız. Avlunun kenarında biri dikkatimi çekti. Doksan yaşlarında bir adam… Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması; her yanı yama içinde, hatta bazı yamaların bile tekrar yamanmış olduğu bir elbise... Asırlık ağaçların gövdesindeki halkalar misali yamaları yaşını göstermeye çalışıyordu sanki. Orada ayakta bekliyordu, sırtına zorla yapıştırılmış gibi duran hafif kamburu da olmasa dimdik duracaktı. İki metreye yakın boyu ile yaşlıydı ama bir o kadar da vakur. Şaşırmıştım.
"BU ADAM BU SICAKTA GÜNEŞ ALTINDA NEDEN DİKİLİYOR?"
'Acaba bu adam bu sıcakta güneş altında neden dikilip duruyor' dedim içimden. Bizi gezdiren rehbere sordum; 'Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler, ne de kimseyle konuşur. Sadece bekler, delinin teki herhalde.' dedi. Bu yaşta bu sıcakta sebepsiz beklemeyeceğini biliyordum. Bembeyaz sakalının hafif titremesi rüzgârdan mıydı, senelerin bedene yüklediği ağır yükten mi bilemedim. Kafasında eski bir kalpak, sanki kanatlanıp gidecek bir kumru misali bekliyordu.
Konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kaldım. Yanına yaklaştığımı fark etti, ama kımıldamadı. 'Selamün aleyküm baba.' dedim. Başını biraz bana doğru çevirdi, durakladı ve çatallanmış titrek bir sesle "Aleyküm selam oğul." dedi. 'Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?' dedim.
"Ben..." dedi titreyen bir sesle. "Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan'ım."
Sesinde titreme kalmamıştı. Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarladı:
"Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan'ım. Bizim bölük Cihan Harbi'nde Kanal Cephesi'nden İngiliz'e saldırdı. Cânım ordu Kanal'da yenildi. Artık geri çekilmek elzem idi. Ecdad yadigârı topraklar bir bir elden gidiyordu. İngiliz, sonra Kudüs'e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs'te artçı bölük olarak bırakıldık." dedi.
Osmanlılar, İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde mübarek belde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakır. Eskiden bir kenti ele geçiren devlet, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmazmış. Zaten İngilizler de Kudüs'ü işgal ettikleri zaman halk çok tepki göstermesin diye küçük bir Osmanlı birliğinin şehirde kalmasını istemişler.
"OSMANLI DA TERK EDERSE GÂVURA BAYRAMDIR"
Sonra anlatmayı sürdürdü:
"Bizim artçı bölük elli üç neferdi. Mütarekeden (Mondros Ateşkesi) sonra ordunun terhis edildiği haberi geldi. Başımızda kolağamız (yüzbaşı) vardı. 'Aslanlarım, devletimiz müşkül vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar, beni İstanbul'a çağırıyorlar. Gitmem gerek, gitmezsem mütareke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum. İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir, ama beni dinlerseniz sizden tek isteğim var: Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri'nin yadigârıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk 'Osmanlı da gitti, bundan sonra bizim halimiz nice olur!' demesin. Fahri Kâinat Efendimiz 'in ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse gâvura bayramdır. Siz, İslam'ın şerefini, Osmanlı'nın şanını ayaklar altına aldırmayın.' dedi.
Bölüğümüz Kudüs'te kaldı. Sonra upuzun yıllar bir anda bitiverdi. Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk'ın rahmetine kavuştu. Düşman değil de yıllar biçti, geçti bizi. Bir ben kaldım buralarda. Bir ben, koca Kudüs'te bir Onbaşı Hasan." dedi.
Alnından akan ter, gözyaşına karışıyor, kırış kırış olmuş yüzünde kendi yol bulup akıyordu. Konuşmaya devam etti:
"Sana bir emanet var oğul, nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?" dedi. 'Elbette' dedim. Sanki Türkiye'ye haber göndermek için birini bekliyordu. "Anadolu'ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse Mescid-i Aksa'ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa Kumandanımın yanına git. Ellerinden benim için öp ve de ki:
'Kudüs'ü bekleyen 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım.' de."
"SELAM GÖTÜR TANIDIK, TANIMADIK HERKESE"
'Tamam', dedim. Bir yandan gözyaşlarımı gizlemeye, öte yandan dediklerini not almaya çalışıyordum. Nasırlı ellerine sarıldım sonra öptüm öptüm. 'Allah'a emanet ol baba' dedim. "Sağ olasın oğul. Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu'yu görmek mümkün değil. Var sen selam götür tanıdık tanımadık herkese." dedi. Kafileye geri döndüm, sanki bütün tarihimiz kitaplardan canlanmış da karşıma çıkmıştı. Rehbere durumu anlattım, inanamadı. Adresimi verdim, bu askeri takip etmesini, bir şey olursa bana mutlaka haber etmesini istedim.
Türkiye'ye gelince verdiğim sözü yerine getirmek için Tokat'a gittim. Askerî kayıtlardan Kolağası Mustafa Efendi'nin izini buldum. Vefat edeli yıllar olmuştu. Sözümü yerine getirememiştim. Ardından seneler birbirini kovaladı. 1982'de bir gün ajansa geldiğimde bir telgrafım olduğunu söylediler. Rehberden gelen bir tek cümle yazılıydı:
"Mescid-i Aksa'yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün öldü."
FİKRİYAT
Derlenmiştir.