Ekrem Demirli ile Ramazan Yazıları: Şehadetin Anlamını Düşünmek: Kim Şahit Kim Meşhud?
'Kelime-i şehadetin ilk beyanı nedir?' diye sorulunca akla 'Allah şahittir ki O'ndan başka ilah yok' (Al-i İmran, 18) ayet-i kerimesinde dile getirilen şehadet gelmelidir. Allah insan ve alem var olmazdan önce kadim bilgisiyle birliğine ve ilahlığına şahitlik etmiş, dinin üzerine bina edildiği temel ilkeyi beyan etmiştir: Allah şahittir ki! Doğrusu herhangi bir tevile gitmeksizin ayet-i kerimeyi okuyacak olursak derin bir hayrete düşmemek mümkün görünmüyor. İmanın ikrarı ve ifadesi anlamına gelen 'kelime-i şehadet (şahit olmak)' hangi anlamda yorumlanırsa yorumlansın bir hadisenin veya kişinin karşısında ikinci kişinin varlığını göstermek üzere kullanıla gelen bir tabirdir. Hal böyleyken Tanrı'nın kendi birliğine ve uluhiyetine şahitlik etmiş olmasıyla dinin ana ilkesinin dile getirilmiş olması, üzerinde düşünülmesi gereken çetin bir mesele olmalıdır.
Tanrı'nın kendini bilmesi, zatına ve niteliklerine 'şahit olması' hiç kuşkusuz naslarda sürekli vurgulanan bir husustur. Tanrı zatını bilir, niteliklerini bilir, alemden farklılığını bilir; sufilerin ifadesiyle Allah'ı ancak Allah bilir. Bununla birlikte ayet-i kerimede dikkatimizi çeken husus, sadece bilmek ile sınırlı bir şahitlik değil, meleklerin ve bilgi sahiplerinin de iştirak ettiği şehadet eylemidir. Bu bakımdan ayet-i kerimeyi öteki ayet-i kerimelerden farklı ele almak gerekiyor. Ayet-i kerimeyi anlama yolunda akla gelen ilk konu metafizikçi filozofların Tanrı'nın kendini bilmesiyle ilgili açıklamalarıdır. Tanrı'nın mükemmelliği ve cömertliğinin sonucu olmak üzere 'sudur' teorisiyle Tanrı ve alem ilişkisini izah eden filozoflar 'Tanrı veya İlk/el-Evvel kendini bilir' dedikten sonra -ki bunun için daha çok akıl ve akleden tabirini kullanırlar- başka bir hükmü bu bilgiye dayandırırlar. O da 'itibari bir teslis' fikrini hatırlatırcasına bilen-bilinen ve bilginin aynı anda el-Evvel yani Tanrı olmasıdır. İlk yani el-Evvel 'akıl-akl ve makuldür (kendine bilinen)' dediklerinde ise sudurun bir sonraki merhalesinde akıllar silsilesinin ortaya çıkışının nedenini fark ederiz. Kelamcılar ve onları takip eden sufiler ise böyle bir sonuç çıkartmazlar, en azından metafizikçi sufilere gelinceye kadar böyle bir akıl yürütmeden söz edilemez. Bu yönüyle 'itibari teslis (bilen-bilinen ve bilgi üçlemesi)' Gazali öncesindeki sufiler için söz konusu değildi. Filozoflar ise bilmek ve akletmek yerine, sevmek (aşk) tabirini kullandıklarında ise 'itibari teslis' bu kez aşk üzerinden ortaya çıkar: el-Evvel aşık-maşuk ve aşktır. Acaba ayet-i kerimeyi böyle bir eksende yorumlamak mümkün müdür?