Müslümanlık ve kibir: Kaygı ve umut üzerinde dindarlık
Büyük sufi Bayezid-i Bestami Müslümanların mezarlığının önünden geçerken 'Bunlar mağrur' diye bağırmış. Mecusilerin mezarlığının önünden geçerken de 'Bunlar mazur' demişti. Hikaye tam olarak böyle mi gerçekleşti bilmiyoruz lakin Hallac-ı Mansur'un da benzer sözler söylediğini bildiğimize göre Bayezid bu sözü söylemiş olabilir. Binaenaleyh erken tarihte Müslümanlar dindarlık ve kibir, dindarlık ve üstünlük fikri üzerinde akıl yürütmüş, çeşitli gerekçelerle bu konuda bir kritik geliştirmiş olmalılar. Hicaz'dan sonra yabancı kültürlerle ve geleneklerle karşılaşan İslam toplumunun bir var oluş ve kendini koruma aracı olarak 'üstünlük' fikrine sarılmış olması muhtemeldir. Bu üstünlüğün önemli bir kısmı dinle ilgili olabilir. Fakat burada sormamız gereken soru şudur: İslam bir din olarak ötekilere karşı bir üstünlük fikrini istilzam eder mi etmez mi?
Tarihsel süreçte İslam, Hristiyanlığın ihmal ettiği bir işi ikmal etmek üzere gelmişti. Hz. Peygamber'in 'Ben ahlaki erdemleri (mekarim-i ahlak) ikmal etmek üzere gönderildim' hadis-i şerifini biraz bu kapsamda yani insanlığın aradığı kemal üzerinden yorumlamak mümkündür. Sözü edilen ahlak Tanrı'ya iman üzere kurulu olsa bile bütün insanlığa ve tabiata sahih bir bakış içermekteydi. Bu minvalde zaman, mekan ve insan ayrımı yapmadan bütünlük dahilinde İslam öteki insanlara ilişkisini sahih zeminde inşa etmek üzere istisnasız hükümler getirdi. Bu bakımdan İslam'ın özünde eşitlikçi din olduğunu hatırda tutmak gerekir. Bu eşitliğin zeminini ise tevhit yani Tanrı'nın iradesi ve eylemi teşkil etmiştir.
İslam tevhidin bir çok alanda kurucu ilke olarak ortaya çıkan yorumlarını dini hayatın odağına yerleştirmiştir. Mesela Tanrı bütün insanları halife olarak yaratmış, her birini sorumlu kılmış, her birine değer ve anlam yüklemiş, her insana isimleri öğretmiştir. Tevhidin bu yorumunda sorumluluk bakımından kadın-erkek, yoksul-zengin veya bilgili bilgisiz bütün insanlar eşitlenir. Az çok bilinç taşıyan bütün insanlar Tanrı'nın muhatabı olmakla en üst varlık bilincine ulaşmış sayılır. Öte yandan İslam bu anlayışın neticesi olmak üzere insanın kemale ulaşma kabiliyetini eşit görmüştür. Genellikle dünyevi bazı görevlerin dışında her insan, sadece sorumlulukları bakımından değil, ulaşabileceği kemalde müsavi ve eşit kabul edilmiştir. En yüksek kemal herhangi bir insanın varabileceği kadar insana yakın en "seçkin" insanın mahrum kalabileceği kadar uzak olabilir.
İslam'ın bu eşitlikçi kemal ve sorumluluk anlayışı, ayrımcılığı ilkece kabul eden kadim dini ve felsefi gelenekler karşısında devrimci bir iddia hatta ütopik bir hayal olduğu kadar İslam'ı modern zamanlardaki eşitlikçi ideolojilere yaklaştıran husus onun bu anlayışıdır. İslam dünya ile ahiret arasında veya beden ile ruh arasında güçlü ilişkiler kurmakla kadim ahlakın temelini teşkil eden soyutlanma üzere kurulu ahlak (tecerrüdi ahlak) anlayışını reddetti. Kadim ahlak anlayışında erdemler az sayıda insanın ulaşabileceği büyük bir eğitim ve riyazetle varılan istisnai değerlerdi. Haddi zatında toplumsal ayrımcılığın temeli de bu ahlak ve bilgi anlayışına dayanıyordu: Akıl ve ahlak farkı zorunlu bir şekilde insanları 'gerçek insanlar' ile 'insanımsılar' diye ayırıyordu. İslam bu anlayışı esastan reddederek 'standart' ilkelerde ve varlık kavrayışında insanları birleştirdi; en azından standardı ihlal edilemeyecek bir zemin haline getirmekle kabiliyetin mutlak dışlayıcılık olabilmesini reddetti. İbadet ve ahlak kurallarındaki standart ölçüler bunu mümkün kılar. Söz konusu kurallar görece daha zayıf insanlar için bir terakki vasıtası ve disiplin, yüksek ve kabiliyetli ruhlar için de disiplinin bozulmasıdır.
İslam bir tebliğ dinidir ve bütün insanlara ulaşmayı amaçlar: Hz. Peygamber'in niteliklerinden birisi olan tebliğ (bildirmek), İslam ümmetinde bazı mezheplerce zorunlu ilke Sünni gelenekte ise yetkili insanların ifa edebileceği görev sayılmıştır. İslam'da savaşlar, mücadeleler tebliğ ilkesi uğruna yerine getirildiği zaman doğru kabul edilir. Çünkü İslam ümmeti öteki insanların kurtuluşu için kendilerini sorumlu kabul eder, emeklerini bu iş uğruna harcamayı dini bir görev sayarlar. İslam tarih tecrübesi bu bahiste haklı olabilecek ciddi eleştiriler almış olsa bile, bir dindar için en büyük lütuf, başka birinin dine kazandırılmasına vesile olmaktır. O zaman İslam'ın öteki insanlara bakışı bu minvalde değerlendirilebilir.
Peki, İslam öteki insanlara ve inançlara karşı bir kibri veya üstünlük fikrini besler mi? Bunu iki kademede düşünmek lazımdır. Birincisi İslam hakikat olarak sadece kendini görür, bütün öteki dinleri sadece 'muharref' olarak değil, bundan daha önemli olmak üzere mensuh yani vadesi dolmuş sayar. Bu bakış açısının tartışılacak bir tarafı yok, kesin bir hüküm olarak kabul edilmiştir, dolayısıyla öteki dinlerle ilişkide aşılamayacak bir engeldir. Meselenin öteki yönü ise dindar bir insanın öteki insanlara bakışıyla ilgilidir. Dindar bir insan dindarlığı kişisel başarısı ve kazanımı olarak gördüğü sürece bir üstünlük fikri zihninde oluşacak, öteki insanları 'başarısız' ve değersiz görecektir. Bayezid'in yukarıda aktardığımız sözü bu anlama gelir. O zaman İslam'da öteki dinler gibi kibirlenme potansiyelini içinde barındırır, bunda tereddüt yoktur. Fakat meselenin başka bir yönünü dikkate almadan kesin hüküm vermek doğru değildir.
İslam'ın özellikle Sünni yorumunda dindarlığın kendisi bir lütuf ve inayet kabul edilir. Bu bakımdan ebedi seçilmişliğin 'şimdilik' hidayet ve inayet fikrine bırakarak dindarlığı lütfa döndürür. Buraya kadar öteki dinlerle en azından kavramsal bir ilişki veya benzerlik söz konusudur. Fakat İslam inayeti bir istihkak veya sürekli bir kimlik olarak görmemekle Yahudilikten ayrışır. Bu nedenle inayet ve hidayet inancı Sünni bir müslümanda sadece Tanrı'ya kaygılı bir şükür oluşturur. İkinci aşamada ise İslam'ın Hristiyanlıktan ayrıştığı nokta gelir. İslam hidayeti bir yandan Allah'a iman öte yandan Peygambere iman olarak görse bile dinin özünde Peygamber Hz. İsa gibi bulunmaz. Bu nedenle Peygamber'i kabul etmeyenler kafir olsa bile, Hristiyanlığın düşündüğü gibi, müşrik veya ateist olarak kabul edilmez. Bu nedenle İslam Müslüman olmayanlara iki şekilde bakıyor: Birincisi onlar Ehl-i kitaptır (Ehl-i kitabın sınırları sürekli genişler, sadece Hristiyanlık ve Yahudilik ile sınırlı görülmez), bu nedenle dünya hayatı içinde ilkeler ve hukuk ekseninde sahih bir ilişki kurulur. İkincisi ise her insan öncelikle Tanrı'nın kulu sonra bir Müslüman adayıdır. Üstelik şimdi Müslüman olan kişi inancını yitirebilir, Müslüman olmayan Müslüman haline gelebilir. Bu tereddüt ve kaygı durumu kibri ortadan kaldırabilecek nihai yaklaşımdır. İnsanların ahiretteki durumunu Allah'a havale ederek yorum yapmamak Sünni-tasavvufi yorumun edebidir.
Ekrem Demirli
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Hristiyanlık: Çaresizlerin Dininden İktidara Giden Yolu Devşirmek (30.10.2023)
- Din ve Kibir: Seçilmişlik (29.10.2023)
- Tanrı’yı Borçlu Çıkartmak: Dindarlıkta Pagan İzleri (27.10.2023)
- Niçin Müslüman toplumu, en çok Filistin’deki zulüm etkiliyor? (25.10.2023)
- Kudûs: Adını Unutan Şehir (23.10.2023)
- Prof. Dr. Mahmut Esad Coşan Hakkında: Akademisyen, Şeyh ve Lider Olarak Hoca Efendi (12.09.2023)
- Tarikatlarda münkir (10.09.2023)
- ‘Güvercin Donuna Girmek’ veya Suretlerde Değişim (07.09.2023)