Hacı Bektaş yaşadığı köyde yöre ahalisiyle 'keşik' usulü (nöbetleşe) çobanlığa başlamış. Köydeki insanlardan birisi Hacı Bektaş'ın velayetini inkar eden bir 'münkir' imiş. Hayvanları gütme sırası Hacı Bektaş-ı Veli'ye gelince o münkirin hayvanlarını gütmek istemediğini söylemiş. Adam ise böyle bir hakkının olmadığını söyleyerek hayvanlarını sürüye katmış, Hacı Bektaş ise münkir adamı uyararak hayvanların başına gelebilecek kaza veya beladan sorumlu olmadığını beyan etmiş. Hacı Bektaş-ı Veli hayvanları güderken kurtlar sürüye saldırmış, o adamın hayvanlarını boğmuş, geride gönlerini bırakmış. Hadiseyi öğrenen münkir, Hacı Bektaş'ı ihmalle suçlayarak hakkını aramak için kadıya başvurmuş. Hacı Bektaş hadiseyi anlattığında kadı, doğru söylediğini ispatlaması için şahit istemiş, Hacı Bektaş ise dağları ve taşları şahit göstermiş. Bunun akabinde şahitliğe çağırdığı kayalar yerlerinden yuvarlanıp gelmiş, Hacı Bektaş'ın söylediklerinin doğruluğuna şahitlik etmişler (Menkıbeyi aktaran zat, o taşların yuvarlandıkları yerde sıra dışı bir şekilde bulunduklarını -beş taş- söyledi fakat ziyaret imkanı olmadı).
Hikayenin bu kısmı 'keramet' şeklinde yorumlanabilir fakat sonrası tasavvuf ve tarikat kültüründe ortaya çıkan ciddi bir soruna dikkatimizi çeker:
Kadı olağan üstü bir şekilde davete icabet eden beş kayanın şahitliğinin şeriata göre kabul edilemeyeceğini söyleyerek yaşanan kerameti inkar eder (veya geçerli görmez). Bunun üzerine Hacı Bektaş oradakilere bir ibret ve uyarı olmak üzere kadıyı taşa döndürür.
Menkıbenin iki kısmını ayrı değerlendirmek gerekir: Birinci kısımda taşların, kayaların insanın davetine icabetle şahitlik etmelerinden söz edilir. Kuran-ı Kerim ve hadislerde taşlardan, doğadaki nesnelerden bilinçli varlıklar olarak söz edildiğini hatırlatan bir anlatı olarak bakmak mümkün menkıbeye. Kuran-ı Kerim'de var olan her şey, insana göre canlı veya cansız, Hakkı tespih eden fakat 'yükümlü' olmayan varlıktır. Hadis-i şeriflerde ise taşların vb. varlıkların Allah'ı tespih etmelerinden söz eden rivayetler vardır. Bu bakımdan Hacı Bektaş'ın bir keramet olmak üzere taşlarla konuşabilmesi, onların şahitliğine baş vurması anlaşılabilir. Nitekim bazı rivayetlerde insanın günah işlerken içinde bulunduğu mekanın onun hakkında şahitlik edeceğinden söz edilir. Süleyman Peygamber'in Hüdhüt ile olan hikayesinde dikkatimizi çeken husus, insanların günahlarının hayvanları rahatsız etmiş olmasıdır. Hüthüt yeryüzünde Allah'a şirk koşulmasından rahatsız bir varlık olarak Hz. Süleyman'ı uyarır. Ayet-i kerimede ise insan bedeninin parçalarının onun aleyhinde şahitlik edeceğinden söz edilir vs. bu bakımdan hikayenin 'şahitlik' kısmı en azından bir keramet olmak üzere anlaşılabilir. Lakin bunu fıkıhta geçerli şahitlik gibi düşünmek ne demektir? Daha da önemlisi böyle bir şahitliği kabul etmeyen kadıyı taşa döndürmek ne demektir? Hikayeyi dinlerken bir kadıyı taşa çevirmek ile Hacı Bektaş'ın merhameti arasındaki çelişkide kalakaldım. Daha da önemlisi yüz yıllardır anlatılan böyle bir hikayenin kimi övdüğünü kimi itham ettiğini düşündüm.
Tasavvuf İslam toplumunda bir eleştiri ve reddiye olarak yaygınlaştı demek abartılı bir değerlendirme olabilir fakat zaman içinde eleştirel bir söyleme dönüştüğü kesindir. Bu bakımdan sufilerin ve zahitlerin dile getirdiği düşünceler 'eleştiri' olarak telakki edilmiş, buna mukabil sufilere yönelik ciddi eleştiriler ortaya çıkmış, tasavvuf sınırları belirsiz bir kavganın tarafı haline gelmiştir. Erken dönem tasavvuf tarihçilerinden Ebu Nasr es-Serrac 'tasavvuf gibi aynı anda yüceltilen ve tahkir edilen başka bir disiplin yoktur' derken haklı görünüyor. Üstelik sadece kendi devrinde değil, tüm zamanlar için geçerli bir vakıaya işaret ediyor. Birçok insan için tasavvuf, abartılı sözlerle şeriatın dinin tezyif eden ciddiyetsiz ve laubali bir akımdır. Buna mukabil savunanlar için tasavvuf, dinin hakiki kısmı hatta dinin ta kendisidir.
Şimdi bizzat bu iddianın dini hayat için ciddi ve tehlikeli bir soruna yol açtığını akılda tutmak gerekir. Üstelik sufiler bu 'hakikat' tabirini din içindeki tikel bahislere tatbik ederek her şeyin görünür kısmı ile hakikati şeklinde bir ayrım ortaya çıkardılar. Gelenekler ve felsefi ekoller karşısında din kendisini nasıl vaz ediyorsa (hakiki necat yolu), tasavvuf bu kez dinin içinde kendisini aynı şekilde 'hakiki yol' olarak ortaya koyunca dinin öteki kısmı-şeriat gelenek seviyesine düşme ithamına maruz kaldı. Tasavvuf geniş zümreler arasında yayılmaya başladığında bu yaklaşımlar tarafgir üslup kazanmış, bir tür 'ideoloji' gibi tasavvuf propagandası ortaya çıkmıştı. Sempatizanların dilinde 'ehl-i zahir', 'ehl-i rüsum (kuralcılar)' ve daha sonra 'ehl-i şeriat' veya 'şeriat kapısı', kadı, molla, Molla Kasım gibi ifadeler, henüz yola çıkmamış, dinden nasibi 'kuru bilgi' olan insanları anlatır hale geldi. Buna mukabil sufiler ise 'hakikat ehli', batın ehli gibi maksada ulaşanları anlatan isimlerle anılır oldu.
Bu noktada tasavvuf tarihinde 'münkir' üzerinde kapsamlı tahliller yapmak gerekir: Daha doğrusu tasavvuf tarihini bir 'öteki' olarak münkir üzerinden okumak mümkündür. Menkıbelerde münkirler genellikle uyarılır, bazen yola gelirler, bazen basit-uyarıcı cezalarla karşılaşırlar. Fakat Hacı Bektaş'tan aktarılan menkıbedeki durum sınırları aşıyor: Kadı taşa döndürülüyor. Menkıbenin doğru olup olmadığı bir yana bu durumda taşa dönen şey büyük bir geleneğin, büyük bir ekolün merhameti olmaktadır. Öyle görünüyor ki bu tarz anlatılar zaman içinde tekkelerin, tarikatların bereketini ortadan kaldırarak onları mevcut dini kurumların karşısında başka bir taraf haline getiren söylemin kaynakları olmuştur: Zahir zayıflayınca batın yeni bir zahir haline gelir.
Ekrem Demirli