Hadiseleri ve şeyleri 'zıtları' ile birlikte düşünmek, bir ölçüde ifade imkanı kazandırsa bile, zihni konunun özüne yaklaştırmıyor. Hadiseler arasında bir karşılaştırma yaptığımızı düşünürüz, beyan etmek istediğimiz şeyi daha bilinir olanın zıddı diye izah etmek ister, düşünmenin bu sayede yol kat edebileceğini var sayarız, fakat maksadımız gerçekleşmez. Gerçekleşmez çünkü 'karşıt' sayılan şeylerin ilişkisi onların mahiyetlerine dair herhangi bir bilgi içermez, aralarında -şayet varsa- nispet ve bağıntıyla sınırlı bir işaret taşıyor olabilir. Bir şeyin ötekiyle ilişkisini konuşmak veya bir şeyi ötekiyle ilişkisi içinde tanımlamak bizi yanıltır. Aslında düşünmek, karşıtlığın ortaya çıkardığı ilişkisel benzerliği aşarak zihnin bir şeyin özel varlığına doğru yolculuk etmesidir.
Aslında hadiseleri karşıtlarıyla birlikte ele almak bir düşünce tarihi sorunudur: Soyut düşüncede varlık-yokluk, iyilik-kötülük, karanlık-ışık şeklinde tasnif edilen karşıtlıklar dinin somutlaştırıcı anlatımında kişilik kazanır, tanınan bir varlıktan söz edercesine iki somut varlığı karşılaştırmaya alışırız. Dini metinler bu somut karşıtlık örnekleriyle meseleleri izah eder. Bu meyanda Tanrı'dan söz ederken O'nun karşısında veya karşısında olduğunu sandığımız bir düzlemde ortaklardan söz edilir (şirk). Bu ortaklar insanlar tarafından bir yanılsama şeklinde 'hakikat' olarak kabul edilmiş, Tanrı yerine konmuş veya Tanrı'nın fiillerine ortak edilmiş veya O'na yaklaştırıcı aracılar olarak düşünülmüştür. Bu bakımdan tevhidin birinci merhalesi bu karşıtlıkları ortadan kaldırmakla Tanrı'nın mutlak birliğini, zıddı ve ortağı olmadığını ikrar etmeye bağlıdır. Bunun akabinde karşıtlıklar Tanrı'ya iman edenler ile ortaklara inananlar, onların yanında yer tutanlar şeklinde yaratılmışlar arasında devam eder. Öncelikle daha üst bir neden gibi şeytandan söz edilir, bu kez Tanrı'ya iman eden ve O'nun taraftarı olanların karşısında şeytanın taraftarlarından söz edilir. Galiba dini metinlerin 'mekr'i tam burada ortaya çıkarak zihnimizi büyük bir imtihana tabi tutar: Acaba şeytan Tanrı'nın karşısında gerçek ve sahici bir karşıt olarak mı bulunacaktır? İslam'ın dışındaki dinlerde şeytanın büyük bir güç olarak telakki edildiğini, pagan inançların yorumları ışığında dünyadaki bir çok hadisenin gerçek sebebi olarak konumlandırıldığını görüyoruz. İslam'ın dinler içerisindeki en ayırıcı niteliklerinden birisi, hiç kuşkusuz, tevhit ilkesinin neticesi ve istilzamı olmak üzere bu karşıtlığı anlamsız kılmış olmasıdır.
İlahi metinlerde esas karşıtlık, daha doğrusu gerçek bir karşıtlık gibi telakki etmemize imkan verecek olan karşıtlık, peygamberler ile onların inkarcıları arasında tesis edilen karşıtlıktır. Bu meyanda hemen her peygamber karsısında onun kadar güçlü ve etkili rakip yerleşir, bu rakip veya rakipler, toplumu peygambere karşı kışkırtır, insanları putlara dolayısıyla kendi iktidarlarına boyun eğmeye sevk eder. Bu durumda insanlık tarihini peygamberler ile söz konusu rakiplerin mücadelesi şeklinde yorumlama eğilimine gideriz. Çatışma önce Habil ve Kabil ile başlar: Kabil kişisel ihtirasla Habil'i öldürmüş, Habil ise onun tecavüzüne karşı Allah'a iltica ile karşılık vermiş, ukbayı dünyaya tercih eden ilk isim olmuştur. Akabinde Hz. Nuh ile gemiye binmeyen insanların mücadelesi gelir. Başta oğlu ve karısı olmak üzere, gemiye binmeyi terk edenler ile Hz. Nuh iki karşıt zümre gibi anılır. Hz. İbrahim karşısında ise bu kez daha güçlü ve daha somut bir düşman vardır: Nemrut insanları geleneksel inançlara sağlamaya çalışan, İbrahim'i bu uğurda yok etmeye çalışan zalimlerin ilk büyük örneğidir. Ardından Hz. Musa karşısında Firavun gelir. Gerçi Musa'nın hikayesinde bir çok karşıt örnek yer alır: Haman, Karun, Samiri gibi. Bunların her birisi Hz. Musa'nın tebliğinin farklı yönleriyle çatışan inatçı örnekler veya karşıtlardır. Bütün bunlara 'ilahlık taslayan insanlar' gibi bakmak mümkündür. En azından dini metnin literal okunuşu meseleye böyle bakmaya imkan verir.
Karşıtlık veya karşılaştırmak şeklindeki okuma yaklaşımı Müslümanlık dahilinde de devam ediyor: Önce mümin ve kafir, mümin ve münafık karşıtlığı sınırları çizerken dinin kendi dahilinde ise mezhebi eğilimler yeni karşıtlıklar ortaya çıkartıyor. Mezhepler veya ekoller meşruiyetlerini genellikle geliştirdikleri karşıt isim veya kavramlar üzerinden anlatma yolunu seçerler. Karşıtlıklar üzerinden meseleye yaklaşmanın düşünceyi en çok sığlaştırdığı alan ise tasavvuf olmalıdır. Bunun nereni tasavvufun ortaya çıkma gayesi ile doğrudan ilgilidir. Tasavvuf kelimenin hakiki anlamıyla 'tevhidi' anlamak üzere ortaya çıkmış, İslam toplumundaki bütün iddiaları 'tevhit' üzerinden yayılmıştır. Tevhit anlayışı, metinlerdeki anlatımın ötesine geçerek, gerçekte mutlak birliği, Tanrı'nın mutlak iktidarını anlamayı iktiza ederken aynı zamanda ortaya çıkabilecek karşıtlıkları gerçek bir rakip olarak telakki etmeye imkan vermez. Bu bakımdan tasavvuf başından itibaren varlık-yokluk, iyilik-kötülük, şeytan vb. karşıtlıkları yeni bir gözle yorumlayarak 'tevhit' ilkesini hayatın her alanına taşımak istemiştir. Zaman içinde ise bu kez tasavvuf kendi karşıtlıklarını geliştirmeye başlamış: zahir ehli, münkirler vb. tabirler ile tasavvuf karşıtlarını eleştirmeye başladığında kendi amacıyla çelişmeye başlamıştır.
Ekrem Demirli