Hac yazılarına devam ediyoruz. Yazıların bu kısmı bu seneki hac için geç kalmış yazılar olabilir, lakin yine de 'yolu yürümüş' olanlara 'tezkire (hatırlatma)', istikbalde yürüyecek olanlara ise 'tebsıra (rehberlik)' sadedinde okunabilirler. Hepsinden önemlisi ise hayatı yol-yolculuk ekseninde yaşayanlar için hac hayatın aynasıdır. Bu durumda hac hakkında konuşmak, var oluş hakkında konuşmak anlamına gelebileceği için yazılar daima güncel kabul edilebilir.
Arafat'ı düşününce aklıma en çok 'insan yokuşu çıkamadı' mealindeki bir ayet-i kerime gelir. Neredeyse bütünü irili ufaklı dağ ve tepelerden oluşan Mekke için Arafat görece yüksek bir mekan, özellikle bölgenin zirvesini teşkil eden cebel-i rahmet yani rahmet dağı ise insanın yokuş yukarı çıkılan bir yolculuk şeklinde tecelli eden hayatının temsili gibidir. Metafizikçilerin 'yukarı doğru fırlatılan taş kadar özgürüz' deyişleri de akla geliyor Arafat'ta. Buranın 'rahmet dağı' diye isimlendirilmesi ise bütün bu güçlük ve cebrilik dahilinde Allah ile insan ilişkisini anlamanın istikametini bize gösteriyor. Müslümanlıkta Allah ve insan ilişkisi Rahman, Rahim ve Kerim isimleri ekseninde tesis edilir, hemen bütün öteki bahisler bu niteliklerin çerçevesinde şekillenir. Hz. Peygamber'e nazil olan ilk ayet-i kerimede beyan edilen 'Rabbin ismini okumak' dinin insana gösterdiği necat yolunu beyan eder. Sonra O'nun kerim olduğu zikredilerek insan ile Allah arasındaki bağın O'nun tarafından ortaya çıkan bir kerem ve lütuf olduğuna dikkat çekilir. Allah insan ilişkisi herhangi bir yönde ve yerde bir istihkak (hak ediş) olarak görülemez; var olmanın ve yaratılışın her merhalesi Allah'ın ihsan ve lütfunun şahidi olarak ortaya çıkar. Kerim olmak bunu beyan eder. Rububiyet ise rahmet ve kerem niteliklerinin anlamını kendinde birleştirir.
Haccın temel rükünlerinden birisi Arafat'ta durmak, yani vakfedir. Tavaf ile birlikte düşününce haccı dönmek ve durmak veya dönüp-durmak şeklinde telakki etmek mümkündür. Vakfe kelime anlamıyla durmak demek olduğu gibi bilgi-öğrenmekle de ilişkisi vardır. Bununla beraber Arafat'ta vakfenin durmak anlamı öğrenmenin önüne geçerek insanın bekleyişini, edilgenliğini ve ilahi iradeye teslimiyetini anlatıyor olmalıdır. Metafizikçilere göre noksanlık ve acizlik anlamlarını içeren hareketli varlığın durabilmesi, insanın Tanrı karşısındaki hakiki durumunu anlatır. İnsan gerçekte duran ve bekleyen varlıktır. Tanrı ise onu kendi iradesi doğrultusunda harekete geçirir, bunun bir delili olmak üzere de iradesiyle onu durdurur. Sükun ve hareket Tanrı'nın iradesinin delilidir. Bu meyanda sükun ve hareket arasında insan varlığını yönlendiren Tanrı'nın mutlak iradesidir. Durmak, insanda bilinç ve irade devam ettiğine göre, beklemek anlamına gelecektir. Arafat'ta insan bekler, Tanrı'nın onun hakkındaki iradesini mutlak bir yalnızlık ve ferdiyet içinde umutla bekler. Dağın rahmet dağı olması bunu anlatıyor olmalıdır. Binaenaleyh durmanın bilgiyle-öğrenmeyle bağı burada kurulabilir.
Durma yerinin dağ olarak seçilmiş olmasının önemli hikmetleri olmalıdır. Bir ayet-i kerimede Hz. Peygamber'e insanların dağları sorduğundan söz edilir. Allah ise 'De ki Rabbin onları söker atar' der. Dağlar öteden beri kutsiyet, güç ve iktidarla özdeşleştirilir. Hemen bütün dinlerde ve geleneklerde dağlara güçle ilgili nitelikler izafe edilir, onların bir kutsiyetle çevrelenmiş olduklarına inanılır. Bu bakımdan insanlar kendileriyle dağlar arasında ilişki kurarken aynı zamanda dağlar pagan inançlarda tanrıların, kutsal varlıkların mekanı olarak düşünülmüştür. İslam bütün kudreti Tanrı'da birleştirmeyi tevhidin ilkesi kabul edince, dağlar da dahil olmak üzere, her şey gücünü ve kudretini yitirmiş, her şey boş bir gölgeye dönüşmüştür. Bu durumda dağların temsil edebileceği yegane şey, insanın kendisi olacaktır. Tasavvuf edebiyatı mutlak kudretten arınmış dağları insanın mevhum gücünün simgesi haline getirmekle dağları nasıl ele alacağımızı gösterdi. Dağlar boş bir iktidarın, güç zannedilen şeyin gerçek olmadığının bir simgesi haline gelmiştir tasavvufun tevhit eksenli yorumunda. Allah 'Rabbin onları söker atar' derken bunu anlatır. Tasavvuf edebiyatı dağları insanın 'mevhum varlığının' ve heveskar arzusunun simgesi haline getirerek insanın açmazlarına dikkat çeker: insan bir dağ gibi kendini tasavvur ederken itimat ettiği dağın içi boştur, en azından yıkılmaya ve yarılmaya mahkum aciz bir varlıktır. Burada çelişki insanın vehmi ile gerçeklik arasındaki çelişkidir. Tasavvufta ahlaklanmanın yolu dağın yıkılması için çalışmak, benliği aşmak üzere gayret etmektir. Bu bakımdan dağların sabit olduğunu düşünmek göklerin muktedir olduğuna inanmak gibi boş bir iddiadır. Cüneyd-i Bağdadi zikir esnasında niçin hareket etmediği sorusuna 'Siz dağları sabit görürsünüz, onlar bulutlar gibi akar gider' ayetine telmihle cevap verir. Dağlar sabit değil, bulutlar gibi hareketli ve değişkendir. Bu durum insanın Tanrı'nın dışında itimat edebileceği herhangi bir sabit ilke veya varlık olmadığını kabul etmesini gerektirir.
Bir 'dağda durmak' insana bunu düşündürür.
Ekrem Demirli