Bugün Klasik Düşünce Okulu'nda (KDO) kader ve insanın özgürlüğü sorunu üzerinde kapsamlı bir panel düzenleyeceğiz. Panel aynı zamanda KDO'nun Youtube kanalından da canlı olarak yayınlanacak. Farklı branşlardaki akademisyenler Hasan-ı Basri'nin Kader Risalesi diye bilinen eserini dikkate alarak Müslüman düşüncenin erken evresinde kader tartışmalarını ele alacak, kısmen de tarih boyunca konunun nasıl geliştiği sorununa değinecekler. Hasan-ı Basri'nin Risale'si KDO'da okutulan ilk dört metinden birisiydi. Bu minvalde Risale'nin kendisine aidiyeti tartışmalı olsa bile Hasan-ı Basri'nin Risale'de belirtilen tarzda bir takım kanaatleri olduğu, geleneksel görüşlerden kısmen ayrıldığı farklı kaynaklarca tespit edilebilir. Bu meyanda Hasan aynı anda Ehl-i Sünnet, Mutezile ve bilhassa da tasavvuf tarafından imam kabul edilen erken dönemin kurucu isimlerinden birisidir.
Risale'nin dikkat çeken bir yönü Emevi hükümdarının yönelttiği bir soruya cevaben yazılmış olmasıdır. Hükümdar kendisine 'senin bu konudaki görüşlerin önceden bildiklerimize pek uymuyor' tarzında bir soru sorar, İmam da bu soruya binaen Kur'an-ı Kerim'de meselenin ele alınma tarzını ayrıntılı bir şekilde fakat daha çok da insanın sorumluluğunu temellendirecek tarzda özetler. İslam'ın bu erken evresinde dini bir konunun bu seyide ele alınmış olması Müslüman toplumda dini tartışmaların keyfiyetini anlamak bakımından önemli görünüyor. Gerçi kader sorunu bazı yönleriyle her zaman iktidar ve siyasetle ilişkili görülmüş, modern dönemlerde insan özgürlüğü sorununun ortaya çıkışında dini nedenlerden daha çok dinden meşruiyet arayan siyasi iktidarların baskıcı yönetimleri olduğu iddia edilmiştir. Bu tarz iddialar derin araştırmalara dayanmıyor, böyle bilimsel bir çabaya dayanma ihtiyacı hissetmedikleri de anlaşılıyor. İktidarların dini meşruiyet aracı olarak kullanabilecekleri geçmişte ve günümüzde her zaman vaki olmuştur ve olacaktır, bunda bir tereddüt yoktur. Fakat İslam geleneğinde kader meselesinin tartışılma gerekçeleri iktidar talepleriyle izah edilemeyecek kadar karmaşık görünmektedir, işin bu kısmını hatırda tutmak zorunluluktur. Üstelik iktidarlar her zaman kadercilikten yana tavır da takınmıyor; Risale üzerinden söylenenleri Emevilik ile ilişkilendirenler bunun akabinde Abbasi iktidarının Mutezile'nin özgürlükçü yaklaşımını resmi ideoloji olarak kabul etmiş olmasını dikkate almıyorlar. O zaman devletin mutlaka kaderciliği bir yönetim aracı olarak gördüğünü düşünmek makul değil.
Kader meselesinin bir yönü insanın iradesi ve hürriyeti meselesidir. Geçmişte günümüzde ortaya çıkan tartışmaların önemli bir kısmı sorunun parçası kabul edilmemişti. Bu meyanda birey ve toplum, birey ve siyaset-iktidar ilişkileri, bireyin özgürlüğünün sınırları gibi konular bu tartışmanın esaslı kısmı değildi. Hiç kuşkusuz günümüzde meseleyi ele alırken kader tartışmasının yanında veya civarındaki konularda insan özgürlüğünün bütün başlıkları esas mesele olarak tahlil edilmek zorundadır. Geçmiş tartışmalar bilhassa insanın Tanrı ile ilişkisini belirlemede odaklanmış, insanın Tanrı karşısında sorumlu olması ile bunun iktiza ettiği özgürlük imkanı tartışmanın istikametini belirlemişti. Bu meyanda kader tartışması ancak teolojik bir konu olabilirdi ve bu nedenle de Grek felsefesindekine göre daha ciddi bir sorun olarak ele alınmıştı. Binaenaleyh insanın dışında irade ve bilgisiyle alemi ve insan hayatını tedbir eden bir Tanrı'ya inanmak mutlaka kader tartışmasına yol açar, iradeli bir Tanrı karşısında insan seçimlerinin imkanı ve sınırları dini hayatın en önemli konusunu teşkil eder. Öyleyse kader tartışması mutlaka dini düşüncenin bir meselesi olmak zorundadır.
Öteden beri kelam geleneğinde kader meselesinin eksik ele alındığını en azından ortaya çıkan kavramların meselenin temel konusunu ihmale yol açtığını düşünmek gerekir. Kader tartışmasının iki boyutu vardır: Birinci ve temel konu insan neyi bilebilir sorusudur? Bu soru insanın öteden beri sorduğu temel soru olduğu kadar düşünmenin ana meselesi de budur. Filozoflar bilginin mahiyeti ve bilgi ile hayalin veya öteki insan ilgilerinin nasıl ayrıştırılabileceği meselesi üzerinde önemle durmuş, felsefenin en önemli amacını böylece 'neyi bilebiliriz?' sorusu olarak belirlemişlerdi. Müslüman düşüncede soru daha farklı bir ehemmiyet kazanmış, Tanrı'nın bilgisi ile insanın bilgisinin sınırları meselenin en önemli kısmını teşkil etmiştir. Bu meyanda insan neyi bilebilir sorusu vahiy, nübüvvet gibi dini hayatın kurucu meselelerinin ele alınma tarzını bir parçası olmuş, vahyin gerekliliği ile bilginin sınırları aynı minvalde ele alınmıştır. Bu itibarla artık 'neyi bilebiriz?' sorusu aynı zamanda vahiy karşısında aklın, peygamber karşısında insanın ve filozofun nerde durduğu sorununun bir parçası olmuştur. Sünniliğin kader teorisi bu soruya verdiği cevapla paralel bir şekilde ortaya çıkarken Mutezile'nin teorisi de aynı şekilde 'neyi bilebiliriz?' sorusuyla uyumlu bir şekilde ortaya çıkar. Sünnilik yükümlülük ile bilgi imkanı (bilebilmek imkanı) arasında çelişkiye düşmemek diye bir sorun görmediği için 'akıl insanı kurtaran bilgiyi bilemez (insan kurtarılmaya muhtaç bir varlıktır)?' demekle 'insan sorumludur' demek arasında çelişki görmemiştir. Kader tartışmalarının birinci kısmı insanın vahiy ve nübüvvet karşısındaki bilgisel acziyetini temellendirmeyi hedefler. İkinci kısmı ise bunun bir neticesidir: Neyi yapabiliriz veya insan kendini kurtarabilecek eylemleri kendi iradesiyle seçebilir ve yapabilir mi? Sünniliğin en tutarlığı olduğu yer burasıdır: Bilgide aciz olan insan yapma-eyleme noktasında da aciz olmalıdır. O zaman insan bilgisi Tanrı bilgisiyle öncelenmişken iradesi de Tanrı tarafından öncelenmiş olmalıdır. Burada Sünnilik günlük dilin anlatımını aşarak 'kesb' diye isimlendirdiği 'ara durum' kavramı geliştirir. İnsan kesbeder, buna mukabil Tanrı irade eder ve halk eder (fail): Peki kesb etmek gerçekte bir şey etmek midir? Bu hususta bilebileceğimiz şey, Mutezile'nin benimsediği 'insan yapar (fiil)' anlamında veya Cebriliğin benimsediği 'yapamaz' anlamında bir kelimeden söz etmediğimizdir; 'kesb' ikisinin arasında belirsiz bir yerdedir ve her ara durum kavramı gibi çözümden daha çok başka tartışmalara ve ithamlara yol açacak şekilde kader meselesini şekillendirmiştir.
Çünkü Tanrı'nın irade ve bilgisine iman ettiğimiz sürece insanın özgürlüğünden, yükümlülükten söz ettiğimiz sürece de sorumsuzluğu benimsemek mümkün olmayacaktır. İnsan İbnü'l-Arabi'nin dediği gibi 'mecburen özgür varlıktır' veya yukarı fırlatılan taş gibi özgür iradeyle çıktığımıza inanacağız. İnsan paradoksu budur.
Ekrem Demirli