Arama

Ekrem Demirli
Mayıs 1, 2023
Din ve toplumsal sınıflar

Din toplumsal sınıflar hakkında ne düşünür veya ahlak ve inanç konusunu sınıfsallık üzerinden ele almak mümkün müdür? Kadim din ve ahlak anlayışının dayandığı 'seçkinci' ve 'sıradan' taksimini aşarak dini tüm kesimlere eşit sorumluluk ölçüsünce ulaştırabilmeyi amaçlayan Hristiyanlık ile İslam'ın ilkelerine kabaca göz attığımızda akla gelebilecek ilk şey, dinin toplumsal sınıf ayrımını ciddiye alır gibi hareket etmediği olabilir: Ademoğlu olmanın iktiza ettiği sorunlar ve imkanlar insanlar arasında ortak olduğu kadar, herkes Allah'ın kuludur ve herkes bu bakımdan 'kardeştir.' Buna bağlı olarak her insan ilahi kurallarca belirlenmiş sorumluluk ve haklarla yükümlüdür, dolayısıyla bulunduğu sınıfı ve tabakayı dikkate almadan her insan 'sınırlı' iktidar ve sorumluluklarla hareket etmek zorundadır. Böyle bir söylemin akabinde dinin sınıfsal yapıların ortaya çıkartabileceği çatışmaları, ayrımları, zihinsel ve ahlaki yaklaşımları 'meşru' ve mazur görmek bir yana bunları behemehal aşılması gereken sorunlar olarak göreceği aşikardır. Din için her şey ya inanç sorunudur veya inanç yoksunluğunun yol açtığı bir bela ve imtihandır.

Vakıa din ilkelerini 'duvarları' ve ayrımları aşabilecek bir kesinlikle vaz etmiş olsa bile tarihsel tecrübe böyle olmamıştır, bu da açıktır. Uzun süredir Müslüman aydınlar, tarih ile din, gelenekler ile sahih inanç arasında açık bir ayrım koyarak dini belli belirsiz bir özne gibi -daha çok müstağni ve kırılgan bir özne- telakki ederek eleştirilerini geleneklere yöneltmiştir. Onlara göre din yapmak istediğini ortaya koymuş, fakat gelenekler ve bireysel zaafların etkisi altındaki insan dinden yüz çevirmiş, sonra da tarihte yaşananlar yaşanmıştır. Çağımızda br çok aydın, tarih boyunca Müslüman toplumlarda yaşanan sorunları ve bilhassa 'geri kalma' sorununu gelenek ile 'müstağni din' arasındaki gerilimden hareketle açıklamak istemiştir. Buradaki duygusal ve irrasyonel yaklaşım bir yana toplumsal yapılar ve gelenekler bir takım kurallar ile değiştirilecek kadar esnek veya arızı yapılar değillerdir. En azından günümüzdeki teorilerle birlikte bu konuyu biraz daha iyi öğrenmiş olmalıyız. Toplum ve gelenek direnir, direnme sürecinde bazen uzlaşır gibi görünse bile kendi gerçekliğini dayatır. Bu bakımdan herhangi bir meseleyi ele alırken ideal ile vakıa arasında şekillenen 'gerçekçilik' ilkesini göz önünde tutmak gerekir.

İslam'ın doğduğu topraklar görece seçkinciliğe sahip, kabilelerin bir hiyerarşiyle sıralandıkları toplumsal düzene sahipti. Bu yapının kökleri üzerinde günümüzde bir takım çalışmalar yapılmış, Arap aristokrasisinin beslendiği sosyolojik zemin üzerinde durulmuştur. Meselenin ayrıntıları bir yana Mekke aristokrasisinin şekillenmesinde dinin başat bir rolü vardır. Bu bakımdan Kabe ve Arap dili merkezli bu seçkincilik, çevre şehirler ve kısmen de hanedanlıklar tarafından kabul görüyor, Mekkelilere önemli bir itibar ve iktidar alanı açıyordu. Kuran-ı Kerim'de 'ilaf (Kureyş'in ilafı, ülfeti, barış ortamı)' yani 'Kureyş barışı/uzlaşması' diye atıf yapılan tabir, Mekke'deki sosyolojik yapının tarihsel derinliğini tahlil ederken hatırda tutulması gereken çok önemli bir kavramdır.

Mekke'deki seçkinci yapının bir takım alt sınıflar oluşturduğu, köleler, yoksullar, şehre göçmüş kimsesizler ve himayeden yoksun zayıf insanları ezdiği rivayetlerde aktarılır. İslam'ın gelişinden hemen önce Mekke'de tertip edilen 'erdemliler anlaşması (buradaki erdemliler tabiri daha sonra İslam ahlakının merkez kavramı olması dikkate değerdir)' bu sınıfsallığın dışarıda bıraktığı zümreleri veya fertleri korumak, ana yapıyı bozmadan 'iyi davranma' ve güzel ahlak yoluyla onları himaye etmek üzere Mekke'de dini ve ahlaki bir ıslahı amaçlıyordu. Bir yönüyle anlaşma, köklü bir değişim değil, sadece Mekkelilerin ata dinlerine dönmesini beyan eden bir hatırlama hareketiydi.

Vahyin başlamasıyla birlikte ilk uyarılar, mevcut nizamın ahlaki ve itikadi anlayışına yönelikti. Bunun nedeni açıktı: Arapların inançları bu toplumsal düzenin kurucu unsuru idi ve paganlık mevcut toplumsal yapıyı tahkim eden 'etkisiz' ve ertelenmiş bir Tanrı inancının yansımasıydı. İnançlar ve din toplumsal yapının lehinde bir dil kullandığında Tanrı inancı zayıflar, güç çevreye dağıldığı ölçüde ise toplumsal yapılar ve sınıflar gücü temellük ederek iktidar inşa ederler. Bu nedenle İslam meseleye inanç ve din üzerinden yaklaşarak toplumsal yapının ve sınıfsal sorunların kökeninde -adını tam koymasa bile- Tanrı inancındaki sapmanın bulunduğunu tespit etmiş, dikkatleri mutlak kudret sahibi Tanrı'ya çekerek buradan hareketle yeni topluma ve bireye zemin açma amacı taşımıştı. Öte yandan din merkezi Tanrı inancı ile birlikte herkesi şamil bir ahlak anlayışını 'ölüm' ve her an gerçekleşebilecek kıyamet inancı üzerine dayandırmıştı. Bunun üzerine Araplar büyük bir tepki göstermiş, Hz. Peygamber'in tebliğine karşı direnmişlerdi.

Acaba Mekkeliler İslam'ın ne dediğini tam olarak anlayarak mı tepki gösteriyorlardı? Bu hususta yapılan acıkmalarda metodolojik bir hata yapılır: Bunu bir tür anakronizme düşme sorunu gibi görebiliriz. Mekkeliler ilk ayet-i kerimelerde sanki dinin ikmal edilmiş halindeki anlamı fark etmiş gibi dinin bütününe tepki göstermiş, sanki bu büyük değişimi birkaç ayetten fark etmiş gibi düşünülür. Bu yaklaşımlar abartılıdır. İlk ayet-i kerimelerde vurgulanan hususlardan Mekkelilerin büyük değişimi anlayabilecek bir düşünceleri olamaz. Çünkü ilk ayet-i kerimelerde sözü edilen şey, Allah'a kuvvetle iman ve bazı ahlak umdeleri idi. Arapların bu iki meseleye temelden karşı çıkması mümkün değildi. Bunun iki temel nedeni akla geliyor: Birincisi Arap toplumu herhangi bir derecede veya tarzda ateist değildi. Bu nedenle ayet-i kerimelerin Tanrı'dan ve kıyametten söz etmesini inkar etmeleri beklenemez. İkincisi onlar Ehl-i kitap kadar olmasa bile az çok dini geleneklere sahiptiler. Bu bakımdan onlar, peygamber kimdir, din nedir gibi hususlarda bir fikre sahiptiler. Peki ilk çatışmalarda ortaya çıkan sorun nedir? Öyle görünüyor ki burada din hakkındaki genel tasavvur ile daha çok peygamber otoritesine karşı bir itiraz söz konusu idi. Araplar yaptıkları işin dinin doğasına ve inancın ilkelerine aykırı olduğunu biliyorlardı. Muhtemelen toplum içindeki bir takım dindarlar bunu sürekli işliyor, bunu vurguluyordu. Fakat ilk kez 'peygamber' olan birisi bunu söylemeye kalktığında eleştiriler yön ve üslup değiştirmiş, işin daha köklü bir şekilde değişebileceği fark edildi, bir öğüt ve tavsiye sadedindeki eleştirileri aşarak bir inkılap yaşanabileceği hissedildi. Bu itibarla da tepkilerini bizzat Hz. Peygamber'e odaklamışlardı. Herhalde ilk birkaç sene içinde Müslüman olmak Hz. Peygamber'e iman etmek, inkar etmek ise onu reddetmekle sınırlı bir anlam taşıyordu.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN