Oruç bir 'irade' terbiyesidir denildiğinde, iradeden anladığımıza göre kast edilen anlam değişir. İrade genellikle insanın iç ve dış dürtü ve manialara karşı insanın tercihini koruyabilmesi, sürüklenme ve savrulmalara karşı bilincini muhafaza edebilmesi olarak yorumlanabilir. Bu meyanda irade aklın eylem gücü veya pratik kısmına karşılık gelir. Bu itibarla dürtü ve engeller dışarıdan gelirse insan toplum baskısı altında kalarak iradesinin ve isteğinin dışında yönlendirilir, bazen de engellenir. Böyle bir durumda insanın iradesi dış dünyanın baskısına karşı koymak, bağımsız ve müstakil hareket edebilme imkanını korumak için cesarete ihtiyaç duyar. Cesaret ise herhangi bir şekilde 'karşı koymak' ile sınırlı anlık bir tepki ve hareket değildir, cesaretin sürekli ve sabit durumu, metanet ve kararlılık gibi iradenin gerçek derecesini ortaya çıkartır. Öte yandan iradenin içeriden doğan dürtü ve baskılara karşı sınandığı durumlar vardır. Bu haliyle iradeyi anlayabilmek için insanın iki kısma bölünmesi gerekir: insan içinde insan veya insana karşı insan veya arzuya karşı arzu denilebilecek bir bölünme olmaksızın iradenin gerçek tanımı belli olmaz. Birinci kısım insanın arzuları, korkuları veya zaafları diyebileceğimiz dürtülerden oluşan insanlık hali iken ikinci kısım ise dürtülere ve engellere karsı hareket edebilmesini sağlayan bilinçli yönüdür. Bu ikinci kısımda insan akıl sahibidir, aklıyla ve akıl değerleriyle hareket ederek dürtülerine karşı koyar. Tasavvuf iradenin dıştaki engellerini içerdeki engellerin ve dürtülerin yansıması sayarak insan dikkatini içteki dürtülere yönlendirir, bu dürtülerin insan aklı üzerindeki etkilerini azaltmaya çalışır. 'Nefs terbiyesi' gerçekte bu dürtülerin akıl üzerindeki tesirinin azaltılmasıyla aklın özgürleşmesi ve iradenin takviye edilmesinden başka bir şey değildir. O zaman irade denilen şey, böyle bir taksimin neticesinde, insanın dünyayı idrakinin sebebi olan aklın ürünü veya onun pratik kısmı haline gelerek insanın içindeki derin bir çatışmanın unsuru olarak kabul edilir. İrade insanın iç güdüleriyle çatışmasıyla güçlenir, onlarla ilişkisiyle anlam kazanır, fakat iradenin beslendiği alan ile iç güdülerin doğası arasındaki çatışma insanı sürekli kavga içinde tutar.
Fakat burada dikkate değer husus şudur: Arzular ve dürtüler insanı yönlendirir, harekete geçirir, insana şu veya bu derecede haz verirken insan mücbir buyurganın baskısı altında bulur kendini. Bununla beraber her durumda insan arzu ile hareket eder, şimdi veya uzun vadede sonuçları ortaya çıkabilecek neticeleriyle arzu ile arzuların gerçekleşmemesinden doğan bir korku arasında salınıp durur.
Binaenaleyh insanı her durumda yönlendiren arzudur. Arzunun birinci hali yani içgüdüler ve dürtüler denilebilecek kısmına şimdilik heva ve heves dersek iradenin heva ile çatışması aklın nefs ile çatışması ile aynı anlama gelir. İrade önce kendini iç duyguların etkisinden arındırmaya çalışarak varlığını korumak ister. Bunun için ona yardımcı olabilecek başat unsur akıl ve bilgidir; imanın bu kısımda akla yakın veya ona hitap eden bir şey olduğunu hatırlamak gerekir. Bilgilerimiz bize hevanın muhtemel zararlarını, insan olma yolundaki eksikliklerini gösterdikçe insan akla meyleder, aklın insan üzerindeki etkisi gittikçe çoğalır. Fakat bilgi iradenin 'heva'yı alt edebilecek derecede güçlenmesi için yeterli değildir, daha doğrusu hevanın 'hemen' ve 'şimdi' olan arzuları aklın işini zayıflatır. Bunun için irade terbiyesinin iki merhalesi olmalıdır: Birinci merhalede heva ve hevesin 'ikna' gücünü kırarak içgüdüsel aklı zayıflatmak üzere disiplin gerekir. Oruç yani açlığın amaçlarından birisi budur: nefsin kırılması, arzuların tezyifi ve içgüdülerin zayıf düşürülmesi açlığın amacıdır. Bu sayede yemek, içmek ve cinsellik -ki bunlar temel dürtülerdir- zayıf düşürülmesiyle dürtülerin akıl üzerindeki baskısı azalır, akıl görece daha geniş bir alan kazanır. Bu durumda en azından akıl ve bilginin aleyhinde olan durum bir ölçüde dengelenerek akıl ile içgüdüler, bilgisel akıl ile içgüdüsel yönelme arasındaki denge kurulmuş, insan belirsiz ve kaotik bir durumda kalmıştır. O zaman orucun birinci kısmı yani açlık ve susuzluk kısmı sadece insan içindeki çatışmada şartları eşitlemek, insanı bir açmaza düşürmek, arzularını ikiye bölerek onu ortada sabit tutmak amacı taşır: ne o tarafa ne bu yana gidebilir. Açlığın veya herhangi bir disiplin yönteminin bundan daha fazlasını yapma imkanı olsaydı nübüvvete gerek kalmaz, insan sadece kendisinin yerine getirebileceği bir işle maksada ulaşması mümkün olurdu. Gerçekte açlık ara bir yerde beklemek için vardır. Oruçlu insan bekleyen kişidir.
Buna mukabil iradeyi esas terbiye eden şey, ibadetlerin 'terk' ve 'eylemsizlik' anlamlarının ardında saklı olan ikinci gayedir. Bu da daha büyük ve daha gerçek bir sevgiyle iradenin kendi hakikatini bulmasıdır. Böyle bir aşk kişinin zihnine yerleştiği ölçüde irade yani istek, murada doğru odaklanır, insan içgüdülerinden uzaklaşarak maksada doğru çekilir, heva ve hevesin anlık hazlarına karşılık gerçek ve kalıcı hazlar insanın kemale doğru yürüyüşünü kolaylaştırır. Yunus'un 'ballar balını bulmak' dediği şey, oruçta saklı bu aşktır. Hz. Peygamber kutsi hadis-i şerifte '(Allah'ın ifadesiyle) Oruç benimdir' derken oruçta Allah ile insan arasındaki bağa dikkatimizi çekmiş olmalıdır.
İşte insan iradesini terbiye eden şey, açlık değil, orucun taşıdığı bu derin sevgidir.
Ekrem Demirli