Oruç/açlık istiğna ibadetidir; tutanı istiğna haline taşır, müstağni kılmasa bile bunun insan özgürlüğündeki anlamını ihtar eder. Orucun temel rüknü olan 'geri çekilmek (imsak)' ve bırakmak zaruri ihtiyaçlarla insanın ilişkisini yeniden düşünme imkanı verirken buradan hareketle özgürlüğün bir tanımının 'reddetmek' olabileceğini talim eder. Oruçlu gerçekte herhangi bir iş yapmadan ibadetini ifa eder, daha doğrusu oruç, 'pasif' bir halinde oruçlunun üzerinde tahakkuk ederek varlık kazanır. Böylelikle oruç, eyleme göre, iradenin ve düşüncenin öne çıktığı ibadet haline gelerek dindarlık ile düşünmenin/taakkul ilişkisini daha güçlü bir şekilde kurar.
Bu meyanda idraki çetin meselelerden birisi oruç ve istiğna ilişkisidir. Bunun nedeni orucun bir öğünün ihmal edilmesiyle gerçekleşen 'selbi' ibadet olmasıdır. Bu kadar az bir açlıkla insanın istiğnayı düşünmesi zordur. Buna mukabil bu ilişkiyi kurmaya yardımcı olabilecek başka örnekleri farklı kültürlerde ve bilhassa mistik geleneklerde bulabiliriz. Kur'an-ı Kerim'de 'öteki ümmetlere de yazılmış' atfıyla hatırlatılan açlığın muhtelif tarzları oruç ve istiğna ilişkisini anlamada elverişli örnekler sunar. Buna mukabil 'size/bize yazılmış' oruçta bu ilişkiyi anlayabilmek ancak dikkatli ve analitik düşünmeye gereksinim duyar. Bunun nedeni kısa süreli bırakmalarda 'kopma' ve unutmanın nadiren gerçekleşebilmesidir. Böyle durumlarda daha çok iştahın ve hırsın artmasından söz edilebilir, oruçla bıraktığı şeyin özlemiyle gününü geçirir, iftar ise bunu telafi edebileceği bir vakit haline gelir. Bu kadarlık bir açlığın insana istiğnayı öğretmesi bir yana hırsı pekiştirir, insanı daha iştahlı kılarak aradaki boşluğu kapatmakla dahi bitmeyecek arzuları canlandırır. Biz sadece oruçta yaşamayız bu bırakamama ve kopamama halini. Dini hayattaki yasaklamalar, normal bir dindarı yasaklanan şeyden büsbütün kopartmak yerine, ertelenmiş arzularda hapseder, unutmak yerine hayalinde sürekli canlı tutar. Birçok insan için dünya hayatı arzuların ve zevklerin ertelendiği hapishane hayatıdır; öte dünya ise bu arzuları telafi ve kaza yeri olarak direnme gücü verir dindara. Sanki ahiret bu hayatta neyi terk ettiysek fazlasını ve daha iyisini yapacağımız, bıraktığımız ama bir türlü unutamadığımız her şeyi bihakkın telafi edebileceğimiz bir yer gibi tahayyül edilir. Oruçlunun iftarı arzuladığı gibi insan ahireti aynı arzu ve istekle bekler, burada ihmal ettiklerini orada telafi edeceğini düşünür.
Hal böyle iken orucun insana istiğna halini öğretebilmesi pek mümkün görünmüyor. Lakin gerçekleşmesi istisna bile olsa iradi açlığın amacının istiğnayı öğrenmek olduğunu da unutmamak gerekir. Büyük metafizikçi İbnü'l-Arabi orucu 'samedani' ibadet olarak nitelerken bunu demişti. İradeli bir açlık olarak oruç, insanın temel güdüleriyle arasına perde çekerek yaratılmış olanlarla ilişkisindeki zarureti imkana döndürür; gerçekte insanı ayakta tutan şey besin, onu hareket ettiren ise arzusu değil, bizzat Tanrı'nın iradesidir. Oruç tutmakla insan bunu anlayabilecek bir vakit ve boşluk kazanır, eşya ile ilişkisindeki zorunluluğu 'imkan' üzerinden kurar, kendisini zaruret gibi dayatan her şeye itiraz ederek hayatla ilişkisini 'mümkün (olabilir)' nitelemesiyle düşünür: Alemde olmazsa olmaz bir şey yoktur, her şey mümkündür, her şeyin gücü sınırlıdır, hiçbir şey mutlak bir zaruret haline gelemez; besin ve cinsellik bunun iki örneği olarak iradeyle ertelenmiştir.
Oruçta açlık iradi bir eylemdir, orucu herhangi bir açlıktan ayrıştıran kısım iradenin ilahi rızayı amaçlayan niyete bağlanmış olmasıdır. İnsan iradesiyle yemek, içmek ve cinselliği bırakmakla oruç tutar, üstelik bunu kimsenin bilmesi mümkün değildir. Oruçla istiğna ilişkisini buradan hareketle kurmak gerekir.
İnsan aciz ve muhtaç bir varlık olarak yaratılmıştır. Tanrı ile insan arasındaki fark, insanın nasibine düşen acizlikten bilinir. İnsanın amacı Tanrı'ya ibadet etmek, ibadetin amacı ise O'nu takat ölçüsünde tanımak olarak kabul edilir. İnsanın aciz ve yoksul bir varlık olarak Tanrı'yı tanımada iki yolu vardır: Birincisi Tanrı ile kendisi arasında tezat ilişkisi düşünüp Tanrı'yı 'farklı' diye düşünmesidir. İlahi metinlerde bu anlatım tarzının birçok örneği olduğu gibi dini düşüncede buna 'yaratılmışlardan farklılık' özelliğiyle Tanrı'yı tanımak denilir. Oruçla yemek ve cinsellikle (ihtiyaç ve arzu) ilişkisini ertelediğinde, Tanrı'yı ihtiyaçlarını karşılayan olarak tanır. Gerçekte mümkünün her işini yerine getiren Tanrı'dır ve O'ndan başkasına ihtiyaç bir vehimden ibarettir. Oruç birinci evrede bunu anlatır ve istiğnanın ilk anlamı budur: Tanrı nedeniyle şeylerden müstağni kalabilmek! Fakat bir de müspet yolla Tanrı ile insan ilişkisinin kurulmasından söz edilir. Burada insan kendisini 'benzer' gibi sayarak Tanrı'yı tanımak ister. İlahi isimler ile insan arasında kurulan bağ bu tarz tanımanın zemini haline gelerek Tanrı'yı tanımanın imkanını teşkil eder. Tanrı'nın isimleri insan için ahlaki kurallar demektir. İnsan bu isimlerde beyan edilen ahlak ile ahlaklandıkça ilahi isimleri tanır, bu sayede Tanrı ile arasında kendi tecrübesi ve zevki üzerinden ilişki ortaya çıkar. Bu meyanda insan merhametle ahlaklandığı ölçüde Rahman ismini, bilgiyi ahlak haline getirdiği ölçüde Allah'ın bilgi ile isimleriyle ilişkisini kurar. Bununla beraber Allah'ın es-Samed, el-Gani ve el-Müteal gibi müstağniliğini anlatan isimleriyle ilişki kurabilmek için de bunların anlamlarının bir ahlak olarak taklit edilmesi gerekir. Bu durumda oruç tutmadaki bırakmak ve terk etmek, yemeyen ve içmeyen Allah'ı bir an düşünebilmek için insana sunulmuş bir lütuftur. Bu durumda oruç yemeyen-içmeyen ve cinsellikle bağı olmayanı tanıyabilmek için bir an bu halleri taklit etme amacı taşır. Bu durumda insan sınırlı bir ölçüde ve vakitte müstağni kalmayı öğrenmekle Tanrı'yı bir yönden daha tanıma imkanı bulmuş olur. Tanrı'nın müstağni oluşunu öğrenmek ise insanın ihlasa ulaşmasının en önemli merhalesidir. Hiçbir şeye muhtaç olmayan birisi için ibadet niçin yapılır sorusunun cevabı bilinmeden ihlasa ulaşmak pek mümkün olmaz.
İşte oruçta bu muammayı düşünürüz: Sahi! Bu orucu biz niçin tutuyoruz?
Ekrem Demirli