Mehmet Akif Ersoy'un Balkan savaşları ile Cihan harbinin akabinde Müslüman toplumun içine düştüğü büyük buhranı 'dilim kurusun, yok musun ey adl-i ilahi' diye Allah'a iltica edişini büyük bir vicdanın şatahat sözü olarak görmüşümdür. Beş asırlık bir yurdun basit insani ihmallerle elden çıkışının yarattığı sarsılma ve teessür hali şairi böyle konuşturmuş, bu büyük sarsıntı karşısında önce ilahi adaleti aramak istemiştir. Acaba Akif, yaşadığı şartların etkisinden biraz sıyrılıp soğukkanlı düşündüğünde 'niçin ilahi adaleti aradım?' diye düşünmüş olabilir mi? Bunu bilmiyoruz da benzer durumlarda 'ilahi adalet nerede' diye söze giren insanlar mutlaka bir muhasebe yapmak zorundadırlar.
Akif'in o halet-i ruhiyye içerisinde önce ilahi adaleti aklına getirmesi iki gerekçeyle ilgili olabilir: Birincisi savaşları kaybeden Müslümanlar, galibiyet için gerekli her şeyi yapmış, tedbirlerini almış, araç ve gereçlerini tedarik etmiş, hazırlıklarını yapmışlar, sonra da herhangi bir zihni veya vicdanı tereddüde düşürecek gerekçelerle yenilmiş, emekler zayi olmuş, şair de bu bütün bunların sonucunda Tanrı'ya iltica ederek 'yok musun ey ilahi adalet' diye sormuştur. İkinci ihtimalde ise ne tedbir alınmış, ne hazırlıklar yapılmış, ortada görünür nedenler dahilinde bir istihkak yoktur, fakat bir Müslüman ve iman adamı olarak ilahi adaleti nedenleri ve şartları anlamsızlaştıran bir 'kayırma' nedeni olarak görüp iltimas talep etmektedir. Bu iltimas beklentisinin yegane nedeni ise Allah'a iman ve geçmişte ataların dine olan hizmetleri olabilir. Allah tedbiri almamış mümin kullarını nedenselliği ve şartları aşarak kayırmadığında, büyük hayal kırıklığıyla şairin vicdanı dile geliyor ve 'yok musun ey ilahi adalet' diye sitemkar bir üslupla Hakka iltica ediyor.
Az çok tarih okuyan herkes bilir ki ecdadımız Balkan savaşlarına kadar gelen süreçte tedbire hakkını vermemiş, normal şartlarda ve zihnin takip edebildiği nedenler dairesinde galibiyeti hak edebilecek hazırlık yapmamışlardı. Buna mukabil bir çok hata, ihmalin yanında İbn Haldun'un deyimiyle 'asabiye' yaratıcılığını yitirmiş bir yapının etkisi altında umutsuzluk hakimdi. Hal böyle iken Akif'in biz tedbire hakkını verdik, sen sadece adil ol der gibi bir üslupla ilahi adaleti aramış olması içimizde yatan derin haklılık duygusunun tecellisinden öte anlam taşımıyor. Nitekim bir çok kez aynı şartlar altında adalet aramışızdır, kendi görevlerimize hiç bakmadan 'adalet nerede?' Demişizdir. Adalet ancak tedbire hakkını veren birinin arayacağı bir şey olabilir, adalet ancak nesnel şartlarda görevlerini yerine getirmiş kimselerce beklenebilecek bir şeydir. Belki bunu Akif de biliyor fakat başka bir şey istiyordur: Şair toplumdan ve kendisinden umudunu kesmiş bir halde 'biz tedbir almadık, sen iltimas eyleseydin ya' demektedir.
İlahi Adalet Meselesi
İlahi adalet sorunu dini hayat dahilinde evrendeki kurallar, konulmuş düzenin korunmasıyla ilgili çok yönlü bir mesele olarak ortaya çıkar. Tanrı yarattığı aleme düzen yerleştirmiş (mi?) ve sabit kurallarını koymuş ise düzeni korumak ve kuralları ihlal etmemek adaletin gereği sayılmıştır. Bu durumda adalet günlük hayatta kelimeye verdiğimiz anlam gibi herhangi bir şekilde iltimas ve kayırmadan daha çok kurallara riayete, hak edilmeyeni talep yerine hakkaniyete ve insafa işaret eden nesnel ve sabit bir ilkedir. Dindarlar ilahi adaletten söz ettiklerinde az çok nedensellikten, nizamdan ve kurallardan söz etmiş olurlar. Meselenin bir de ukbaya dönük yanı vardır. Ukba yani öte dünyada adaleti beklemek ise insanın hak ettiği ödüle ulaşması, uğradığı haksızlık ve zulümlerin hesabının görülmesi gibi anlamlar taşıyarak dikkatimizi sabit ilkelere çeker. O zaman adaleti nerede konuşursak konuşalım dikkatimizin bir şekilde kurallara, kurallar dahilindeki tedbire, istihkaka döndürdüğümüz bellidir.
Tanrı ile adalet arasında zorunlu ilişki tesis edenler Mutezile mezhebi idi. Mutezile kendisini adalet ve tevhit ehli diye tarif etmiş, öteki insanların kendilerine söylediği 'itizal' yani hakikatten sapma ithamını yanlışı bırakarak Hakka yönelmek anlamında tashih etmeye çalışmışlardı. Onların inançlarının temelinde tevhidi adalet ile özdeşleştirmek, dünya ve ahiret yurdunda geçerli olmak üzere, kurallara riayetle yaşamak düsturu yer alıyordu. İnsan kurallara göre yaşayarak dünya hayatında tedbirli hareket eder, dini hayat içinde de kurallara göre hareket ederek ahiret yurduna hazırlığını yapar. Tanrı'nın adaleti ise bunun sonucunda ortaya çıkar ve her insana hakkını verir, kimseyi kayırmaz, düzeni bozmaz, herkes hak ettiğini elde eder.
Sünni düşünce ise bu konuda çelişkili davranır: Bunun temel nedeni adalet kavramının içermiş olduğu yüksek ahlak, hatta ahlakın kurucu kavramı olmasıdır. Bu nedenle onlar, Tanrı ile adalet arasında ilişki bulunduğunu ilkece reddetmemiş, adaletin zıddı olan zülumden Tanrı'yı tenzih etmek üzere O'na bir şekilde adalet niteliğini izafe etmek zorunda kalmışlardır. Fakat onların adaletten anladığı ile Mutezile'nin veya normal bir zihnin adaletten beklediği hiçbir zaman aynı değildi. Sünnilik için tevhidin temel gereği adalet değildir, ilahi irade ve kudrettir. Kudret haddi zatında adaleti gereksiz kılar veya onun içini boşaltarak Tanrı ile ilişkimizde bizi başka kavramlara çeker. Tanrı dilediği her şeyi yapan ise o zaman O'nun kudretini sınırlayabilecek bir kural, nizam, dünya veya ahirette bir ilke bulunamaz. Tanrı dilediğini yapandır ve her şeye gücü yetendir. O zaman Sünnilik -adaletçi Mutezile'nin aksine- tevhit ve kudretçiler olarak kendini tanımlamak zorundadır. Bu durumda adalet selbi bir kavram olarak onların düşüncesinde 'zulmü reddetmek' üzere yer alır. Selbi bir kavram demek, Tanrı'nın yaptığının herhangi bir şekilde sorgulanamaması, kendisine niçin diye sorulmaması demektir. Peki bu durumda dikkatimizi neye vereceğiz?
Sünnilikte insanın dikkati, sonsuz rahmete ve bilhassa bunun bir neticesi olan kereme çekilir. Kerem gerçekte bir iltimas, kayırma ve hakkaniyete bakmaksızın cömertçe ve sınırsızca ihsan demektir. İnsan Tanrı'nın kereminden dilediği şekilde ve dilediği kadarını talep edebilir, dini hayatta bu bir erdem sayılır. Keremde hak ediş yoktur, sadece iyimserlik, umut ve beklenti vardır. Akif demiş olsaydı ki 'yok musun ey ilahi kerem?', pek doğru bir söz söylemiş olurdu. Belki biz de bugün aynı sözü söylemeyi ondan öğrenmiş olurduk. Çünkü şartlar benzer, hatalar aynı, ihmaller kardeş; böyle bir durumda dememiz gereken şudur: 'Biz hak etmemiştik belki lakin senin keremin hakkaniyete mi bakıyor?'
Ekrem Demirli