Bir "dindar" ile görece daha bilimci veya akılcı olduğunu iddia eden biri Tanrı'nın evrene ve insan hayatına doğrudan müdahalesinin imkânı üzerindeki inançlarıyla ayrışırdı. Konu günlük hayatın akışı dahilinde farklı üslup ve yaklaşımlarla işlenmiş olsa bile, ilahiyat ilmini derinden etkilemiş 'Tanrı'nın tikellerle irtibatı' sorunu idi. Dindar insanlar Tanrı'nın her işe ve her hadiseye doğrudan müdahale edebildiğine itikat ve itimat ederken bundan bazen endişelenmiş, Tanrı hakkındaki inancın hüsnü zanna dayanması nedeniyle de yaşama umudunu buna bağlamıştı. Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın 'Mevla'm görelim neyler, neylerse güzel eyler!' sözü yaşama umudu ile Tanrı'ya inancın arasındaki ilişkinin en nefis anlatımıdır.
Bir dindara göre deist sayılabilecek bilimci-akılcı ise (filozof veya bilim adamı) evrende cari ve değişmez sistem bulunduğunu kabul eder, hadiselerin kurallar dahilinde gerçekleştiğine inanır, Tanrı'yı ya sistemin kurucu unsuru sayarak alemin ardında düşünür veya onun içinde veya parçası şeklinde tasavvur ederek dikkatimizi kanunlara döndürürdü. Böyle birine göre ahlak hatta dindarlık, kanunlara göre yaşamaktır.
Modern çağda durum değişti, aradaki fark belirsizleşti: Eğitimin yaygınlaşmasıyla birlikte hemen her birey ortaçağlarda bir filozofun sahip olabileceğinden daha fazla bilgiyle evreni tanıyor, evren hakkındaki tespitler, genelgeçer bilgilere dönüşmüş durumdadır. Üstelik bu bahiste dindar olan veya olmayanlar aynı eğitim sürecinden geçerek dünyayı yaklaşık aynı perspektifle yorumluyorlar. Bilimsel evren tasavvuru dindar insanların zihinlerinde ciddi kırılmalar oluşturuyor, inançlar ile bilim iddiaları arasındaki çatışma dindarlığın aleyhine olmak üzere büyüyor. Dindar insanlar bilimle girilen ve sonucu az çok belli olan çatışmada bazen retorik bir üslupla inancı korumaya çalışıyor, bazen bilimin 'bütün' hakkında söylediklerini delilsiz bir dogma sayarak inanca zemin arıyor. Bilhassa bütün toplumu sarsan hadiseler yaşandığında ise retorik çöküyor, zihinler allak bullak oluyor, herkes bir dehlizin içine düşüyor. Modern dünyada Tanrı'nın tikellerle irtibatının imkânı ve anlamı dindarlığın taşınması en çetin meselesi haline geliyor.
İslam tarih tecrübesini dikkate aldığımızda iki temel tutumun günümüzde sürdüğünü, hatta yeni formlar kazanarak sürmesi gerektiğini söylemek gerekir: Birincisi 'nizam' ve kanunlar üzerine kurulu evren telakkisini benimseyen ve Tanrı'nın iradesini nizamın kendisiyle eşitleyen telakkidir. Geçmişte daha az günümüzde daha güçlü bir şekilde 'Allah'ın kanunları' ve 'Allah'ın sünneti' tabirlerinin bu yaklaşımın esasını teşkil ettiğini söylemek gerekir. Bu yaklaşıma göre Tanrı âlemi kurallar üzerine var etmiş, insanı kurallar dâhilinde yaşamakla yükümlü kılmış, ahlak ve dindarlık 'Allah'ın sünneti' denilen kurallara uymakla tanımlanmıştır. Bu düşüncenin dini gelenekteki temsilcisi Mutezile ile Müslüman filozoflar idi, günümüzde ise daha geniş bir kesim bu düşüncenin savunucu haline gelmiş görünüyor. Buna mukabil öteki yaklaşım ise Sünni ekollerin temsil ettiği 'müdahaleci' yaklaşımdır.
Tanrı'nın her durumda aleme müdahalesine inanmak, en küçüğünden en büyüğüne kadar her şeyin Tanrı'nın iradesi ve kudretiyle gerçekleştiğine inanmaktır. Böyle bir inancın ortaya çıkardığı sorunlar ise dini hayatın önemli konularını teşkil etmiştir. Günümüzde tartışıldığı tarzıyla, bu meyanda en önemli sorunlardan birisi Tanrı'nın iradesinin gayesidir. Tanrı evrende bir şey yaparken, bir şeyi yaratırken veya yıkarken bilebileceğimiz bir amaç, özellikle de insan hayatını etkileyen bir gaye taşır mı?
Hakim dini düşünce gelenekleri -insan bilse de bilmese de- Tanrı'nın gayeyle hareket ettiğini, fiillerinin amaç taşıdığını, dindarlığın ise bu amacı gözeterek ve anlamaya çalışarak Tanrı'nın fiilinden netice çıkartmakla gerçekleşeceğini kabul eder. O zaman bir dindarın Tanrı'nın müdahalesinin amacı olduğunu düşünmesinde beis yoktur. Peki bu amaçlardan birisi kullarına öfkelenmek, onlara ceza vermek olabilir mi?
Birçok insan için Tanrı'nın yaptıkları kötülükler nedeniyle kullarını cezalandırabileceğine inanmak, dünya ve ahirette onlara azap edebileceğine inanmak doğru bir inançtır. Kur'an-ı Kerim'i yüzeysel bir gözle okuduğumuzda bu inancın birçok delilini bulmak mümkündür. Haddi zatında dindar insanların dilinde bunun birçok deyimi, ifadesi ortaya çıkar.
Dua veya beddua etmek, öfkelendiğimiz insanları Tanrı'nın cezalandırmasını beklemek, zalimlerin yok olmasını istemek, sürekli Tanrı'nın adaletine sığınmak, insanlarda 'cezalandırma' inancının derin köklerini gösterir. Öte yandan insanın kendi fiilleri ile başına gelenler arasında sürekli kurduğu ilişkiler de aynı bakış açısının ürünleridir. Bu itibarla herhangi bir insanın bireysel hayatında veya doğada ortaya çıkabilecek hadiseleri kelimenin sözlük anlamıyla 'ceza' olarak görmesi esasta delilsiz görülemez.
Burada dikkate almamız gereken bir hususa işaret etmek gerekir: Cezaya inanmak, Tanrı'nın iradesinin insan fiillerince yönlendirilebileceğini kabul etmek demektir. Bu yaklaşıma göre insan filleri sonucunda cezayı hak ediyor, bu durum iradeyi etkiliyor ve Tanrı da onu cezalandırıyor. O zaman insan fiilleri Tanrı'nın iradesini yönlendirmiş demektir. Meselenin teolojik olarak tartışılması gereken kısmı burasıdır: Tanrı'nın iradesi insan fiillerince yönlendirilebilir mi veya kul müstahak olup da Allah onu cezalandırır mı? Mutezile dini düşüncesini Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin bir sözleşme olması üzerine dayandırdı.
Onlara göre kul ahirette yaptıklarının neticesini bulur ve Tanrı bunu vermek zorundadır. Burada ise insan fiillerinin dünya hayatında ortaya çıkartabileceği durumlarda benzer bir sonuç ortaya çıkıyor. Sünnilik ahiret yurdunda insan fiillerinin ilahi iradeyi belirleyebileceği fikrini reddeder, insan kendini azaba maruz bırakamaz, Tanrı'yı kendisini cennete koymaya zorlayamaz. Bu yaklaşımın dünyadaki karşılığı şu olmalıdır: İnsan fiilleri Tanrı'yı ve O'nun iradesini herhangi bir şekilde zorlayamaz, O'nu yönlendiremez, Tanrı kendiliğinden kuluna verir, ondan alır vs. Bu yaklaşım müstahak olmak, hak etmenin neticesinde ortaya çıkan cezalandırmayı anlamsız kılıyor, başka bir yorumun kapısını açıyor, dindar insanların dilinde yaygın olarak bulunan birçok deyimi boşa çıkartıyor.
Peki başa gelen hadiseleri nasıl yorumlamak gerekir:
Her şeyden önce ceza, bela, fitne gibi naslarda geçen kavramları Tanrı'nın iradesinin bağımsızlığını koruyarak karşılıklılık ilişkisinden uzaklaştırmakla ele almak gerekiyor. Bunun için kelimelerin dilde kullanımlarından uzaklaşarak dini düşünce dahilinde kazandıkları ıstılahi anlama odaklanmak gerekir. Hadiselerin gayelerini ve Tanrı'nın neyi murat ettiğini tam olarak bilmesek bile, bir şeyi biliyor olmalıyız: Hadiseler 'hükümsüz', Konevi'nin tabiriyle 'niteliksiz (heyulaniyyu'l-vasf) olarak ortaya çıkarlar, hadiselere anlamı veren ise insanın onlar karşısındaki tavır ve tutumudur. Bunu yağmur örneğiyle açıklamak mümkündür: Yağmur sadece yağmurdur, onu fırtına, sel, rahmet vs. isimlendiren ise toprakla karşılaşmasıdır. Hadiseler de Tanrı'dan çıkışı bakımından niteliksiz ve formsuzdur; onları anlamlı kılan ise insanın onunla karşılaşmasıdır. İnsan gelen hadiseye nasıl karşılık verirse, hadise o şekilde anlam kazanacak, o şekilde yorumlanacaktır. Peki Tanrı bu esnada ne yapıyor? İşte bunu hiçbir zaman tam olarak bilmeyeceğiz fakat bilemediğimiz bir şey için söylenen en güzel cümlelerden birini biz de tekrar edeceğiz: tecelli-i Rahmani!
Ekrem Demirli