Hadiselerin ardışıklığı cihetiyle meseleye bakınca insan yeni; dünya eskidir deriz. İnsan bir misafir olarak gelir, misafir kadar kalır (fıkıhta misafirlik müddeti üç gündür), süresi dolunca ayrılır dünyadan. Bu yaklaşımı benimseyenlere göre varoluş bir yol/yolculuk, herkes yolcu, dünya ise bu yolculuktaki bir köprüdür; 'köprüde bina olmaz' demiştir İbnü'l-Arabi. İnsanın ayrılışıyla birlikte dünya başka yeni misafirleriyle yaşlanmaya devam eder. Bununla birlikte insan, dünyayı kendisi gibi 'fani' ve geçici olmakla niteler, vefasızlıkla itham eder, geçiciliğinden şikayet eder. Birçok deyimde dünyanın değişkenliği, ölümlülüğü, halden hale geçişinin yol açtığı sıkıntılar anlatılır. Bu deyimlerin bir kısmında dünya ile insan özdeşleşir, insan kendi geçiciliğini dünyaya yansıtır, insanlık dünyasını dünyanın gerçek doğası gibi telakki eder. Hz. Peygamber Arap edebiyatının en değerli mısraının şair Lebid'in 'Dikkat edin! Allah'tan başka her şey yoktur/batıl' anlamındaki bir mısra olduğunu söylemiştir. Çağımızda bile sürekli övülen bir şiir geleneği hakkında böyle bir hüküm vermek, Sünnetin devrimci doğası ile geleneğin abartılı sığlığı arasındaki çelişkiyi fark etmek bakımından oldukça uygun bir bilgidir. Şiirin sezebileceği nihai noktalardan birisi dünya ve içindeki her şeyin geçiciliği ile geçici ve değişkenin insan muhayyilesinde oluşturduğu tatminsizlik ve derin boşluk hissinin tespitidir. Lebid'in şiirinde âlemin 'batıl/yok' olması ile Allah'ın baki kalması ayrı bilgi kaynağından gelerek şairin sözlerinde birleşmiş olmalıdır. Binaenaleyh şiirin imkanı geçici olan ile kalıcı arzumuz arasındaki çelişkiyi bize göstermek iken kalıcı olanın bilgisinin yerini ima ve işarettir. İnsanı ikmal edecek ve itminana taşıyabilecek kalıcı olanı ise şiir söylemeyen birisi bildirecektir.
Dünya Ne Kadar Eski: Bir Metafizik Sorun Olarak Dünyanın Yaşı
Kendisi fani olsa bile yaşadığımız dünyanın ve dünyanın içinde bulunduğu âlemin yaşının herhangi bir şeyle kıyaslanmayacağını biliyoruz. Dünyanın ömrü geçmişte dini düşüncenin baş etmek zorunda kaldığı ana konulardan birisiydi. Bu itibarla âlemin yaşı önce filozoflar ile kelam geleneği arasında daha sonra ise kelamcılar, sufiler ve filozoflar arasındaki ciddi tartışmaların ana konusuydu. Öteden beri Tanrı'yı âlemin sebebi kabul eden filozoflar, âlemin belirli bir zaman içinde değil sürekli var olduğunu belirterek sonradan yaratılış (hudûs) telakkisinin yol açabileceği sorunlardan kaçınmak istemişlerdi. Onlara göre âlem belirli bir zamanda yaratılmış bir şey değil, ezeli bir ilkeden sürekli taşma ile varlığı olagelen ezeli bir şeydir. Aksini düşünmekle ortaya çıkabilecek sorunların başında ise 'zamanda var olmak' tabirinin iktiza etmiş olduğu 'yokluğa varlığı tercih' veya iradeli hareketin Tanrı'ya izafesinin imkansızlığıdır. Âlem yoktan yaratılmıştır demek onun varlığını yokluğuna tercih eden iradenin Tanrı'da bulunduğunu kabul etmektir.
İnsan cihetiyle meseleye bakınca iradeli olanın iradesizden üstün olduğunu düşünebiliriz. Bu nedenle kelamcılar hiçbir zaman burada irade ekseninde ortaya çıkabilecek sorunu ciddiye almadılar. İnsan biçimli ve insan merkezli bir teolojiye inanmanın istilzam ettiği şey iradenin üstünlüğüdür. Mesela iradeli eylemlerimizle biz hayvanlardan ve öteki varlıklardan ayrılarak insan oluruz. 'İnsan düşünen canlıdır' demek aynı zamanda iyi ile kötüyü düşünerek birini ötekine tercih edebilen olmak demektir. Bununla birlikte irade etmek ve seçmek kelimesinin ima ettiği boşluk, yani seçilmemiş olanın da olabilme ihtimali iradeye belirsiz bir tereddüdü dahil eder. Bu bakımdan kararlarımızı verirken düşünme sürecimiz iki şey arasında gidip gelme, seçme, tereddüt, inceleme vb. üzerine kurulur. Böyle bir durumda en azından karar anına kadar düşüncenin istikameti tam olarak belirlenmiş değildir. İnsan için bunda bir sorun yoktur. Çünkü zaten insanın düşünmesi bir tahlil sürecinden geçerek karar verebilme yeteneğiyle tamamlanır. Öyle ki burada karar verebilmek ile düşünmek bile ayrı kabiliyetler olarak kabul edilir. Benzer bir durumu Tanrı için düşünmek mümkün müdür? Elbette değildir; çünkü Tanrı'nın karar vermesiyle bilmesi aynı şeydir. O zaman Tanrı için yaratmak ile yaratmamak diye iki seçenek ortada duruyor değildir. Tanrı-âlem ilişkisinde seçenek yerine bir tür iktiza (gerektirme), kendinden kaynaklanan bir belirlenim, zatına dayalı bir icbar olabilir. 'Taşmak' kelimesi günlük hayat anlamından uzaklaştırılarak Tanrı'daki bu iradesizliği anlatmak üzere kullanılmıştır.
Filozoflar Tanrı'da irade meselesini bu şekilde düşündüklerinde âlemin kadim olduğunu söylemişlerdir. Ana akım düşünürler ise bu tenzihçi fakat irtibatı ortadan kaldıran teolojiye ciddi tepki göstermişlerdir. Çünkü böyle bir Tanrı telakkisinin Tanrı ile insan ilişkisini imkansız hale getireceğini fark etmişler, Tanrı'yı yüceltmenin sonucunda bir tür deizmin ortaya çıkabileceğini anlamışlardı. Bu bakımdan ana akım Müslüman düşüncenin tevhit yorumu iradeli Tanrı anlayışı üzerine kurulu iken Meşşai filozofların tevhit yorumu ise iradenin reddi üzerine kuruludur.
Kelamcılar ile filozoflar birbirlerini sürekli eleştirdiler, genellikle de yanlış anlamakla veya görüşleri tahrif etmekle itham ettiler. Çağdaş araştırmalarda da bu yanlış anlama sorunu belirtilir, kelam geleneğindeki bazı isimlerin tahriflerinden dem vurulur. Meseleye böyle yaklaşmak, felsefe tarihindeki çatışmaları ve kavgaları birbirini anlamamak üzerinden inşaya gayret etmek, düşüncenin doğasını hiç anlamamak demektir. Bu gelenekler dahilinde herkes ötekinin ne dediğini gayet iyi biliyor, doğru anlıyor fakat aradaki yaklaşım farkı nedeniyle bilinçli bir şekilde reddediyordu. Bu nedenle de sorun çözümsüz kalmaya mahkum idi.
Tasavvuf ise insan meselesine odaklanarak âlemin yaşıyla ilgili ortaya çıkan tartışmalara farklı bir bakış açısı getirdi. Sufiler 'âlem' üzerinde konuşmanın insan hakkında düşünmekle gerçek bir zemine kavuşacağını kabul ederek dikkatlerini 'küçük âlem'e verdiler. Bu sayede onların bir kısmı kelamcılar gibi âlemin zaman içindeki yaratılışını insana taşıyarak insanı sınırlı bir ölçekle 'kadim' saydılar, bir kısmı ise filozofların yaklaşımını hatırlatırcasına insanın ezeli doğasını dile getirdiler. Bu ikinci ekolün köklerinin oldukça eskiye gittiğini biliyoruz fakat düşüncelerinin nereden beslendiği hakkında bilgimiz yoktur. İnsanın ezeli doğası fikrini kabul edenler, tasavvuf geleneğinde yegane teori sayılabilecek bir düşünce ekseninde filozoflar ile kelamcılar arasında neticesiz kalan tartışmaları yeniden ele aldılar, son kez bir düşünce inşa ettiler. Metafizik geleneğe bu mesele 'ayn-ı sabite' yani şeylerin 'kadim' hakikati meselesi olarak yerleşmiştir.
Ekrem Demirli