'Allah için en uygun zamir Ene'dir (Ben).'
Bayezid-i Bestami
Bir insan kendinden söz ederken 'fakir-i pür taksir' veya 'hakir ve zelil kul' gibi günlük dilde aşağılayıcı anlamlar taşıyan tabirleri kullanabilir. Fakat öteki birine benzer sözü söylese, ona hakaret etmiş, dince ve ahlaka göre yanlış bir iş yapmış sayılır. Bir insan kendini övse, herhangi bir meziyetine binaen nefsini methetse, dince ve ahlaka göre makbul olmayan bir iş yapmıştır; halbuki öteki insanı övecek olsa, bu davranış, yanlış olmayabilir. Fenaya eren bir derviş 'Ene'l-Hak' derse, belirli şartlar dahilinde bu söz makbul olabilir, fakat başka biri onu onaylamak üzere 'Evet, doğru söylüyorsun sen Hak'sın' derse, en azından zındık kabul edilir. Bu neden böyledir? Çünkü her sözün bir bağlamı, her tabirin geçerli olabileceği bir makamı vardır da ondan.
Tasavvuf tarihinde bütün cümlelerin arasında en çok akılda kalanı Hallac-ı Mansur'un söylemiş olduğu Ene'l-Hak sözdür. Öteki sufiler de benzer sözleri söylemiş, fakat hiçbirisi Hallac'ınki kadar müessir olmamıştır. Burada Hallac'ın bu yolda ilk idam edilen insan olmasının büyük rolü olmalıdır. Bu idam zaman içinde ilahi aşk uğruna çekilen sıkıntının ve varlığını feda edebilmenin sembolü haline gelerek tasavvuf düşüncesinin ana kavramlarından birisi olmuştur.
Ene'l-Hak dilsel bir yanılgıya dayalı bir tabirdir. Daha doğru bir ifadeyle tasavvufi hayatta ortaya çıkan nihai tecrübenin insanın özneliği ve belirli bir nedensellik anlayışı üzerine kurulu gözlemlerle algılanan evreni yansıtan dille aktarılmasındaki başarısızlık bu tabiri bu kadar tartışmalı hale getirdi. Cüneyd-i Bağdadi'den itibaren tasavvuf zümrelerinde ortaya çıkan iddialı cümleleri izah etmek üzere Sünni din bilimlerinin onaylayabileceği bir yöntem aranmıştır. Genellikle böyle iddialı sözler kelamın kabullerine göre tevil edilerek söylenmemiş hale getirilirken bazen sahipleri 'zındık' sayılarak reddedilmiştir. Bu sözleri savunma sadedinde ortaya konulan yöntemlerden birisi, sahiplerinin 'sekr (vecd, coşku)' halinde konuştukları iddiasıdır. Sekr halinde söylenmiş söz için iki şey akla gelir: Birincisi bunu söyleyen mazur sayılmalıdır çünkü aklı yerinde değildir, ikincisi ise sözü söylendiği haliyle kabul etmemek gerekir.
Önce cümlenin yapısına bakalım: Ene'l-Hak (Ben Hakkım) veya (Ben-Hak) acaba insanın 'sen kimsin?' sorusuna mukabil kendini tanımlayabileceği bir cevap mıdır? Ene'l-Hak böyle bir anlam taşıyor sayılsa, hiç kuşkusuz, böyle bir tabir yanlıştır. Hatta seyr ü sülukun neticesinde böyle bir neticeye ulaşılması tasavvufun 'fena' teorisini hiç ciddiye almamak demektir. Mesela Firavun 'Ben sizin en ulvi rabbinizim' derken kendini tanıtmak ve insanlar karşısındaki durumunu beyan etmek üzere böyle demişti. Bu sözde 'ben' yani sizin hükümdar olarak kabul ettiğiniz kimse demektir; 'sizin en ulvi Rabbinizim' ise o benliği tanımlayan, öteki insanlarla ilişkisini açık eden bir cümledir. Binaenaleyh bu cümle dahilinde 'ben' zamiri ayrı, ona yüklem yapılan 'üstün rab' ayrı anlamda iki isimdir veya iki kavramdır. Peki, Ene'l-Hak tabirini böyle ele almak mümkün müdür?
Hiç kuşkusuz Hallac Ene'l-Hak demiştir: Onu görenler bu sözü söylediğine şahitlik etti, Hallac da böyle bir söz söylemiş olduğunu inkar etmedi. Üstelik bu sözü sekr yani vecd halinde söylemiş olsa bile, ayıklık döneminde sözünden vazgeçmedi, tövbe etmedi (Mevlana aşık tövbe etmez derken Hallac'ı da hatırlamış olmalı). Demek ki sözü açıklama sadedinde kelime oyunu yapmanın veya sekr mazeretini beyan etmenin bir anlamı yoktur.
O zaman tabire odaklanmalıyız: Acaba Ene'l-Hak yerine mesela Hallac Hak'tır desek veya başka birisi için Ali Hak'tır gibi bir iddiada kullansak, Ene'l-Hak ile yakın anlamlı bir tabir bulmuş olur muyuz? Ene'l-Hakkı söyleyen Hallac'ın takipçileri veya başka isimler arasında böyle cümleler dile getirilmiş, Tanrı ile tikeller arasında böyle bir yüklem ilişkisi kurulmuştur. Bununla birlikte Hallac'ın böyle bir söz söylediğini düşünmek mümkün değildir. En azından bu takdirde Hallac'ı ana akım tasavvufun reddetmesi beklenirdi. Çünkü tikeller ile Allah arasında böyle bir ilişki kurulduğunda, Allah bütün nesneler ve varlıklar için yüklem haline gelerek çokluk ve birlik ilişkisini tamamen çokluğun üzerinden düşünülmüş olurdu. Biz A vardır veya B vardır diyebiliriz fakat varlık yerine Tanrı'yı koyarak A Hak'tır veya B Haktır demek çelişkili bir durum teşkil eder. Çünkü bir yandan A ve B demeye devam edip, öte yandan A ve B'nin kendileri oldukları halde Tanrı olduklarını söylemek tam bir çelişkidir. A ve B için varlığın nasıl bir yüklem olabileceği meselesi -günümüzde tartışmanın odağı değilse bile- klasik zamanda düşüncenin ana konusuydu. O zaman Hak varlık ile özdeşleştirilse bile 'A varlıktır' demek yerine 'A Hak'tır demek mümkün ve doğru değildir. Bir zamirle ifade edecek olursak, Sen Haksın veya O Haktır demek de mümkün olmaz. Çünkü bu durumda 'sen' ve o diye işaret edilen ile Hak iki ayrı kelime olarak bir araya gelerek bir cümle oluşturmuş, bize bir hüküm vermiş olur. Buna mukabil şatahat cümlesinin makul tek yorumu 'Ene' yani Ben ile Hakkın özdeş olduğu yorum olabilir. Bu ne demektir?
Bayezid-i Bestami Allah hakkında kullanılabilecek en doğru zamir ene zamiridir demişti. Allah 'Ene'dir ve ene olmanın iktiza ettiği gerçeklik ve varlık O'nunla özdeştir. İşte Ene'l-Hak gerçekte Bayezid'in bu cümlesinin sonucu veya onunla irtibatlı bir tabirdir. O zaman burada Ene'nin (ben) müstahakkı olarak Hakkı gördüğümüzde, tabirin söylendiği bağlamı anlayabiliriz. İki tabirin aynı anlamda olduğunu anlayabilmek için ise bu kez fena teorisini hatırlamak gerekir: Fena insanın bir vehim gibi 'ben' diye işaret ettiği varlığı ile onu çevreleyerek bilincini sürdürmesini sağlayan her şeyin ortadan kalkması üzerine kurulu bir anlayıştır. Bu itibarla fena sürecin sadece sonu değil, sürecin bütünüdür. Haddi zatında benlik dediğimiz şey bir yanılsama olsa bile, sufiler fena ile bu yanılsamanın verdiği sarhoşluktan ayılmaya çalışırlar. En ayık halde ise benlik diye işaret edilen bir şey olmadığını fark ederek boş ve edilgen bir mazhar haline geldiklerine inanırlar. İşte Ene'l-Hak bu boş halde kendilerinden dökülen sözdür. Burada sözün kendinden döküldüğü boş bir gölge görebiliriz fakat gerçekte o konuşabilecek, ayrım yapabilecek, cümle oluşturabilecek birisi değildir. O içi arınmış bir ney gibi sadece nefesi çıkartır; üfleyen ise insandır. Hallac ney, üfleyen Hak ise Ene'l-Hak 'Ben-Benim' demek olur.
Gerçekte zor olan tabiri bu haliyle anlamak değil, insanın kendi hakikatini bu yoklukta bilmesidir idraki mümkün olmayan.
Ekrem Demirli