Allah'a işaret etmek üzere kullanılabilecek en uygun zamir hüve, yani o zamiridir demiştir bir sufi. Bunu derken herhalde Allah'tan söz eden ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde bu zamirin sıkça zikredilmesini dikkate almış olmalıdır. İnsan Allah'ı bir hüviyet-i ilahiye gibi telakki eder, tabirin içermiş olduğu belirsizlikle işaret edilmişlik arasında Allah hakkındaki düşüncemiz istikameti arar. İhlas suresinde Allah kendisinden 'De ki O Allah' diye söz eder. İşaret uzaklık kadar belirsizlik ve tanımsızlık da içerir. Sufiler 'işaret uzaktan bir nidadır' derken bunu kast ederler. İnsan uzaktakine işaret eder, uzaktakini üçüncü şahıs gibi telakki eder, fakat zamir yine de bize konuşma imkânı verir: Dini düşünce Tanrı hakkındaki sözleri hep eksik kabul eder; bunlar noksan fakat vaz geçmemeyi bildiren sözlerdir. Tanrı hakkında her söz eksiktir çünkü Tanrı'nın benzeri veya dengi yoktur ki kıyasa yom bulalım. Tanrı vaz geçilmezdir çünkü o zorunludur, yani varlığımız ve zihnimizin teşekkülü için vaz geçilmezdir.
Tanrı'ya O diyebilmek görünür dünya ile O'nun arasına mesafe koymak demektir. Görünür dünyada insan kendini özne, Tanrı'yı hali hazırda görmediğimiz ve bilmediğimiz fakat üçüncü şahıs gibi hakkında konuşabileceğimiz biri olarak kabul ederiz. O'nun varlığını bilirken keyfiyetini bilmeyişimiz Tanrı karşısında beklemeyi iktiza eder. Öte yandan üçüncü şahıs zamiri yakınlığı da anlatır: O olarak Tanrı görünmeyen ve bilinmeyen ilke gibi alemi yaratmakla kalmaz, ona eşlik eder ve var oluşunu ikmal eder.
Tanrı'yı sadece bir hüviyet olarak düşünmek Tanrı hakkındaki tefekkürünün sadece bir merhalesidir. Metafiziğin gelişim seyrinde Tanrı hakkında kullanılan zamirlerin yer değiştirmesine tanık oluruz. Bu itibarla birinci kademede Tanrı'yı beklemek (seyr ilellah) sürecinde Tanrı'dan hüve (o) diye söz eden insan ikinci merhalede Tanrı'ya 'ente (sen)' demeye başladığında görünür ile görünmeyen anlamını yitirir, duyusal olan ile akli olan yer değiştirir. Tanrı hakkındaki zamirlerde tebarüz eden bu yer değiştirme dilde karşılığını bulamayacağımız, daha doğrusu dildeki genel telakkimizin yıkılacağı bir üslupta gerçekleşir. Tanrı'ya 'sen' demek ile insan duyulur varlıkları üçüncü şahıs haline getirmiş, sadece şimdilik sınırlarını bilmediğimiz bir şekilde kendine birinci şahıs zamiri bırakmıştır.
Tanrı'ya 'sen' demenin bir yönünü anlayabilmek mümkündür: Dua ederken, Allah'a yakarırken Tanrı'ya döner, O'nunla konuşur, O'na 'sen' diye hitap ederiz. Böyle durumlarda insanın Tanrı ile arasına girebilecek birisi yoktur ve haddi zatında dindarlık Tanrı ile arayı büsbütün boşaltmayla neticelenen yönelme ve tefekküre istinat eder. Hz. Peygamber'in bir çok duasında Allah ile böyle bir konuşma hali vardır, bir çok ayet-i kerimede Allah kul tarafından 'sen' diye zikredilir. Fakat insan bu halinden uzaklaştığında Tanrı tekrar üçüncü şahıs zamiri haline gelir. Bu minvalde sufilerin gayb ve huzur diye ifade ettikleri kavram çiftini hatırlamak gerekir: İnsan Tanrı'nın karşısında durduğunu hatırladığında, yaşadığı dünya, öteki insanlar ve hadiseler insana yabancılaşır, dünyada bir garip ve misafir olarak bulunur, her şey ona 'vahşi' gelir. Bu durumda insanın ünsiyet edebileceği sadece Tanrı'dır; O'nunla konuşur, O'na hitap eder ve O'na istinat eder. Böyle bir halin ne kadar sürebileceğini daha doğrusu bunun değişken bir hal olup olmadığını bilmiyoruz. Lakin bir çok tasavvuf deyimi bu hali anlatır, insanın Tanrı ile arasındaki ben-sen ilişkisini izhar eder. 'Gördüğüm her şeyden önce Tanrı'yı gördüm' demek, insanın gördüğü ve tecrübe ettiği evrene yabancılaşırken Tanrı'yı ikinci tekil şahıs olarak idrak etmesini beyan eder. Gerçekte böyle bir söz kendi içinde çelişiktir: Biz bir şeyi görmeden Allah'ı görüyorsak, gerçekte o şeyi görmesek bile Allah'ı görüyor olmalıyız. Böyle bir durumda insanın Allah'ı görebilmek veya hatırlayabilmek için başka bir şeyi hatırlamaya ihtiyacı yoktur. Sufiler bu deyimi Hz. Ebu Bekir'e izafe eder, onun sahabe arasındaki mümeyyiz vasfının bu sözde ortaya çıktığını söylerler. Doğrusu bunu tevsik edebilmek mümkün görünmüyor! En azından sufilerin sahabeden aktardıkları sözler ile bu sözlere yükledikleri yorumlar arasında zayıf bir bağ bulunduğunu hatırda tutmak gerekir. Bununla birlikte tasavvuf idrakte bir tekamül olduğuna göre, terakkinin bir merhalesinde üçüncü şahıs zamirin ikinci şahıs zamire dönüşebileceğini de kabul etmek gerekir. Burada 'görünür olanı görünmeyenin delili yapmak' diye bilinen istidlal yönteminin tersine döndüğünü fark ediyoruz. Gerçekte delil ve açık olan görünmeyendir, o 'sen' olarak adlanırsa biz bütün varlığı idrak etmiş oluruz. Bu yöntem, görünmeyen ve talep edilenin görünenin delili haline gelmiş olmasıdır. Niyazi Mısri bunu 'burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş' diyerek açıklar.
İslam ahlakı ilkeleri bakımından böyle bir Tanrı anlayışına dayanır: İbadetlerin ihlas ile yapılabilmesi için Tanrı'nın ikinci şahıs kabul edilmesi hadis ve ayet-i kerimelerde zikredilir. Mesela bir kutsi hadiste 'Hasta kulumu ziyaret ettiğinde beni orada bulursun' denilir. Burada Allah kendisini ikinci şahıs zamiri yaparak hastanın yerine yerleşir veya yanında bulunur. Karz-ı hasenden (Allah'a borç vermek) söz eden ayet-i kerimede benzer bir durum vardır. Allah bir kula verilen borçlardan söz ederken 'Kim Allah'a borç verir' der. 'Sadakalar Rahman'ın eline düşer' hadisinde ise yoksul ile zengin arasında Allah ikinci şahıs olarak bulunur: birisini kibirden ötekini eziklikten kurtaracak olan şey, birbirlerine yabancılaşmaları olacaktır. Bütün bunlar, Tanrı'nın ikinci şahıs zamiri haline gelmesiyle ortaya çıkan durumlardır.
Tanrı'nın ikinci şahıs zamiri olarak görülmesi sadece ihlas ve samimi dindarlığı ortaya çıkartmaz. 'İncinmemek' diye sufilerin dillerinde geçen ahlakın sebebi Tanrı'nın ikinci şahıs kabul edilmesidir.
Terakkinin nihayetinde ise Tanrı için birinci şahıs zamiri kullanılır ki bunu başka bir yazıda ele alacağız.
Ekrem Demirli