Stefan Zweig'ın "Satranç" adlı hikayesini okurken öteden beri düşündüğüm bir konunun hikayenin ana fikrini teşkil ettiği dikkatimi çekmiş, daha bir heyecanla eseri okumaya koyulmuştum. Konu bilginin veya herhangi bir kabiliyetin insan şahsiyetinin bütününü kapsayıp kapsamadığı meselesiydi. Acaba öğrendiklerimiz bizde sınırlı ve tikel bir hal olarak mı kalır, yoksa öğrenme süreciyle birlikte insan şahsiyeti büsbütün yeniden mi kurulur? Bu konu felsefenin temel sorunu olan bilgi ile eylem-ahlak sorununun önemli bir yönüdür. Bilginin eyleme dönüşerek insan ahlakını şekillendirmesi iradi bir durum değil, bir zorunluluk olarak kabul edilmiştir kadim filozoflarca. Bu nedenle filozoflar, ahlakı 'öncesinde bir düşünme-irade olmaksızın yapılan iradesiz iş' olarak açıklarlar. Bilginin yetkinleşme süreci bir telazüm ilişkisiyle ahlakı ortaya çıkartır, insan evreni tanıyınca o bilgiye göre davranmaya başlar, netice itibarıyla bildikleriyle uyumlu bir ahlak kazanmış olur. Haddi zatında bilgi-öğrenmek, insanda saklı büyük bir kabiliyetin dünya ile ilişki kurma (nispet) sürecini anlatır. Bu ilişki insandaki bir kabiliyetin dahili ve harici etmenlerin katkısıyla harekete geçer, dünyayı idrak etmekle gayesinin birinci evresine ulaşır, bu süreçte aynı zamanda insanın öteki yetenekleri bilgiye uyumlu hale gelir, kişi 'bilgi üzere' yaşayan birisi haline gelir. Birinci süreçte bilgi teorik bilgi diye isimlendirilirken ikinci süreçte ameli ve ahlaki yetkinlik adını alır. Her ikisi de birbirini besler, her ikisi arasındaki ilişki gereklilik ilişkisi olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte başta çağdaş örneklerde olmak üzere bir çok durumda hadisenin tam olarak böyle olmadığını fark ederiz: Bir çok insan belirli bir konuda uzmanlaşır, yaratıcı işler yapar, bilgide çığır açar, fakat bilgisiyle uyumlu ahlaka ve şahsiyete sahip olamaz. Ördüğümüz örnekler filozofların söyledikleriyle çelişir, bilgi dönüştürücü bir cevher olarak değil, edilgen bir unsur olarak bize gelir. Bu neden böyledir? Acaba bilginin insan şahsiyetinin teşekkülündeki rolü fazla mı abartılmıştı?
Zweig eserinde bu fikrin bir yönünü fark ediyor, fark ediyor lakin daha sonra tuhaf bir şekilde dikkati daha önemsiz bir konuya yönelerek mühim bir konunun tahlilinden okuru mahrum ediyor. Edebiyatçı olmak ile düşünür olmak arasındaki fark galiba burada kendini tam olarak gösteriyor, özellikle de yaşadığı hadiselerin etkisinden bir türlü kurtulamamak, zihnin güçlü bir şekilde yol almasını engelliyor.
Okuyanlar hatırlayacaktır, hikayenin ana teması öğrenme kabiliyetinden yoksun birinin büyük bir satranç kabiliyetine sahip olduğunun fark edilmesi üzerine kuruludur. Zor çevre koşullarında yetişen, sosyal becerilerden yoksun bir gencin büyük kabiliyet sahibi olduğu fark ediliyor. Önce yaşadığı kasabada sonra şehrinde, daha sonra dünya çapında satranç şampiyonu oluyor. Zweig bu adamla bir deniz yolculuğunda tanışıyor, daha doğrusu tesadüf eseri aynı gemide yolculuk ettiklerini fark ediyor, bir şampiyonun halet-i ruhiyyesini yakından görmek üzere onunla tanışmanın yollarını arıyor. Bu esnada şampiyonda bir kabiliyetin onun şahsiyetinde edilgen ve izole bir şekilde bulunmasıyla eğitimsiz kişiliğinin çelişkisini çok iyi yakalıyor. Hikayenin bütün dikkatleri toplayabileceği nokta tam da burası iken yazar bir anda gereksiz bir konuya geçiyor ve şampiyonu tahkir etmenin ötesinde kayda değer bir yoruma gitmeden ana fikri yok ediyor.
Hikayede merakımı celbeden şey, bir kabiliyetin veya bilginin insanda onun kişiliğinin öteki kısımlarına temas etmeden bulunabilmesinin yol açtığı çelişkidir. Bir insan onu şampiyon kılabilecek bir kabiliyete sahip fakat bu kabiliyet onun ahlakına, insan ilişkilerine, değerlerine ve zihnine herhangi bir öncülük etmeden tikel ve edilgen bir şekilde kişiliğinde barınabiliyor. Öyle görünüyor ki günümüzde bu sorunla daha fazla karşılaşacağız, bilginin insanı dönüştürdüğü örnekleri değil, bilgi ile bilgisizliğin, eğitim ile eğitimsiz tarafların iç içe girdiği örnekleri göreceğiz. Bir alanda uzmanlaşmış, dünya çapında başarılar kazanmış insanların kabiliyet alanlarının dışında sıradan, kabiliyetleriyle uyumsuz bir halet-i ruhiyye içinde yaşamaları çağın ayırıcı özelliklerinden birisi oldu.
İbn Sina bilgi ve öğrenmenin imkanından tereddüde düşebileceğimiz şekilde 'insan ne kadar eğitim görürse görsün, bilhassa sıkıntı anında doğası tarafından yönlendirilir' demişti. Bir filozofun böyle bir söz söyleyebilmesi bilginin ve öğrenmenin imkansızlığını itiraf etmesi gibi gerçekçi bir itiraf gibi gelir bana. Doğa ve alışkanlıklar o kadar belirleyici bir şeydir ki onun etkilerinin dışına çıkabilmek ya filozofların söylediği gibi bir bilgi yoluna intisap etmeyi iktiza eder veya dinin bize söylediği üzere ilahi inayetle böyle bir şey mümkün olabilir.
Modern toplumda bilgi insanı değiştirebilecek bir nitelikte görülmemiştir. Bilgi ve öğrenme ile ilişki meslek ve zanaat sahibi olmak amacıyla sınırlanmış, insanlar öğrenmekten daha çok iş sahibi olmayı yeğlemiştir. Bu durumda bilginin zihinle ilişkisi olabildiğince sınırlı kalıyor, insan davranışlarını yönlendiren saik ise doğa, gelenek ve dürtüleri olmanın ötesine geçemiyor. Okuma yazma oranlarının bu kadar yükselmesine rağmen ortaya çıkan çelişki bunun bir sonucudur. Bu bakımdan modern dünya bilgili değil, bilgiyi araç olarak kullanan toplum olarak öteki çağlardan ayrışıyor. Bilginin zihni ve karakteri yetkinleştirmesi, bilgi ile sahici ilişkinin kurulmasıyla mümkündür. Tasavvuf geleneğinde 'Mürşide gassal elindeki ölü gibi teslim olmak' diye tabir edilen durum, kadim zamanlarda bilgi ile insan ilişkisini anlatmak üzere söylenmiş bir şey idi. Dünyayı geri döndürmek mümkün değil, dünyayı değiştirmek de zor, fakat en azından bilgi ile sahici ilişki kurabilmeyi bir düşünce sorunu olarak ayakta tutmak ahlaki bir görevdir.
Ekrem Demirli