Kur'an-ı Kerim 'altı bin altı yüz küsur ayet-i kerimedir' deriz de kaç mümin kitabın ayetlerini bu sayıda okuyabilir? Her insan kendi meşrep ve bilgisine göre anlamadığını veya benzer gördüğünü bir şekilde öğrendiğini düşündüğü ayetlere irca ederek ayetlerin sayısını olabildiğince azaltır, ircacı bir yaklaşımla kendine nas içinde kestirme yollar bulur, yeni bir şey öğrenmek ve hayrette kalmak yerine, aşina oldukları ekseninde döner durur. Burada en belirleyici saik, 'yükümlülük' anlayışının yol açtığı pratik tutum ve amaca/göreve odaklanmak arzusu olduğu kadar ilahi kitabın anlaşılma sürecinin gerektirdiği uzun ve meşakkatli yolculuğun güçlükleridir. Salt yükümlülük üzerinden ilahi kitaba yaklaşınca, ayet-i kerime bize ne derse desin, bizim çıkartabileceğimiz sonuçlar bellidir. Bu yaklaşım ise bir çok ayet-i kerimeyi bize benzer, hatta tekrarmış gibi gösterir, birbiriyle az çok ilişkili ifadeleri birleştirerek sınırlı sayıda ayete odaklanır, kitabın kendisi yerine, onun kaba bir hülasasıyla ilişki kurmamıza yol açar. İlahi kitabın inceliklerini ihmalde ircacı yaklaşım kadar sakıncalı olan başka bir yaklaşım yoktur herhalde.
Sufilerin nas yorumculuğunu belirleyen ilkelerden birisi, ircacı yaklaşımın reddedilmesiyle her ayete -hatta her kelime hatta harfe- özel anlamı ve bağlamı zaviyesinden bakarak Allah'ın sözündeki incelikleri keşfedebilme zarafetini öğrenebilmektir. Onlara göre ilahi kitapta tekrar olmayışı bir yana insana benzerlik vehmi veren ayet-i kerimeler daha çok insanın yanılsamasından, cehaletinden ve alışkanlıkların yol açtığı yüzeysellikten kaynaklanır. Marifet iltifata tabidir; tam ve yeni bir şekilde yönelmekten mahrum kalan ilahi kitabı tekrarlarla dolu zannedecektir. Gerçekte benzer veya tekrar addedilen ayetler, insan ile Allah arasındaki çok yönlü ilişkilerin farklı yönlerini anlatırken ilahi kitapta ne nicelik olarak bir fazlalık ne insanda onun karşısında eksiklik söz konusudur. Kur'an ile insan birbirine tam ve mutabık gelecek iki şeydir, kap ile örttüğü gibi ne biri eksik ne öteki fazladır.
Bu meyanda dikkatimizi çeken bazı tasavvuf sözleri veya deyimleri vardır: Bunlardan birisi 'İlahi kitap' ile insan (özellikle insan-ı kamil) arasında ilişkiyi bir özdeşlik ilişkisi gibi anlatır. Bu tasavvuf deyiminde 'Kur'an ile insan ikizdir' denilir (deyimin bir hadisten geldiği veya ondan mülhem olduğu da söylenir). İki şeyin ilişkisini 'ikiz' olarak ifade etmek, onları birbirine yaklaştırmada en ileri merhaleyi anlatır. Bu itibarla insan ile Kur'an ikiz ise ikisi de Hak'tan eşit bir şekilde gelmiş, ikisi de birbirine mütenasip bir şekilde zuhur etmiş, ikisi de aynı şeyleri havi olmalıdır. Bu durumda söyleyebileceğimiz söz, birinde ne varsa ötekinde de o olacaktır, biri neyi anlatıyorsa ötekinde de o bulunacaktır, biri ne kadar sırlı ve mukaddes ise öteki de o kadar sırlı ve mukaddes olacaktır (Mevlana'nın kitabındaki bir ifadeyi biraz tahrif ederek okursak, fihi-ma fihi, yani birinde ne var ise ötekinde de o vardır diyebiliriz).
Bu deyimi benzerini başka bir bağlamdan hatırlayabiliriz: Endülüslü Aristo şarihi İbn Rüşd ilahi kitap ile insan ilişkisini yerine, daha özel bir şekilde akıl ile vahyin ilişkisini anlatırken 'aynı kaynaktan beslenen iki kardeş' tabirini kullanmıştı. Akıl da Allah'ın insanları doğruya yönlendirdiği ilahi bilgi kanalıdır, vahiy de ilahi bir kanaldır. Bunlar birbirini tekzip etmez, birbiriyle çelişmez ve birbirine rakip olmazlar; vahiy ile akıl tıpkı iki kardeş gibi aynı kaynaktan beslenir, dilleri ve üslupları birbirinden farklı olsa bile, sonuçta doğru bir yorumda aynı şeyi söylerler. Hemen belirteyim ki İbn Rüşd'ün söylediklerine hiç ikna olmamışımdır. Çünkü İbn Rüşd'ün söyledikleri sonuçta başka bir yöne evrilecek, doğumdaki kardeşlik hayat şartları dahilinde birinin ötekine baskın geldiği yeni bir ilişki tarzı getirecek, güçlü kardeş -bu örnekte akıl- ötekinin sözcüsü ve yorumcusu kendini sayarak 'tahta' oturmak isteyecektir. Nitekim kelamcılar ile filozoflar arasındaki tartışmanın esas meselesi bu tartışmalardı.
Sufilerin deyimi bu kapsamda ve bağlamda ortaya çıkmış bir deyim değildir. Onlar sözlerini açıklama sadedinde Hz. Ayşe'nin Hz. Peygamber hakkında söylediği 'O'nun ahlakı Kur'an idi' ifadesine de atıf yapar, Kur'an'ı Peygamber gibi düşünerek 'yürüyen kitap' veya 'konuşan kitap' tabirlerini kullanırlar. Buna mukabil Hz. Ayşe'nin sözü ise daha sınırlı bir bağlamda ve amaçla söylenmiştir, bu da açıktır. İlahi kitap ile insanın ikiz olması, her ikisinin camiliği, anlaşılmazlığı ve varlıktaki büyük değişim ve yolculuğun tümünün ilkelerini havi olmasıyla ilgilidir. Bu meyanda insanın hamil olduğu sırlar ve emanet ile ilahi kitabın sırları arasında ilişki tesis edilirken kitabı insanın sözlü ifadesi, insanı kitabın tecessümü olarak görmek anlayışı bizi deyime daha çok yaklaştırır. Bu düşünce ilahi kitabın insana tam olarak denk ve mutabık gelmesini anlatır. Kur'an'da her ne var ise insanda mevcuttur. O zaman bir mesele olarak dikkatimizi Kur'an'a verirken aynı zamanda insanı da öğrenilmesi gereken bir hakikat gibi telakki etmek gerekir. Çünkü insan da bize bu yönüyle meçhuldür, biz sadece Kur'an'ı değil insanı da tanımıyoruzdur.
İnsanı bir meçhul olarak görmek, sufilerin 'ikiz kardeş' düşüncelerini anlamanın başlangıç noktası olabilir. İnsanın kendini tanıması ise var olma sürecini gerisin geriye çıkarak (miraç) başa dönmesiyle yeni bir evreye girer: Bir sufi için ilahi kitap baştan sona veya zahirden batına doğru insanın halden hale yaşadığı bir yolculuğun her evresini ihtiva eden bir hakikattir. O zaman insana en yakın olan şey Kur'an'ın kendisi olmalıdır.
Ekrem Demirli