"Dediler ki Rahman da nedir?"
Herhangi bir Mümin için Tanrı'dan söz edildiğinde akla gelebilecek ilk şey, rahmet ve kerem olmalıdır. Başta besmele olmak üzere, dini hayattaki bir ifade böyle bir telakkiyi talim eder. Naslarda bu düşüncenin delilleri mevcut iken zamanla gelişen dini düşünce rahmet ve varlık ilişkisini bir istilzam hatta ayniyet ilişkisi şeklinde tesis ederek Tanrı'yı mutlak iyilik olarak tasavvur etmeyi sağladı. Öyle ki var olmak iyilik ve rahmet ise o zaman Tanrı'nın rahmetin önce kaynağı daha derin bir düşünmeyle ise bizzat kendisi olması gerekir.
Bir ayet-i kerimeyi geldiği bağlam üzerinden anlamak bir dereceye kadar yararlı sonuçlar verebilecek bir yöntemdir, fakat bağlamla sınırlamak ve tarihi referans çerçevesi haline getirmek dini düşünceyi çıkmaza düşürebilecek bir tutumdur. Bununla birlikte bir ayet-i kerimenin tarihsel olarak ilgili olduğu gerekçe, hemen her zaman ortaya çıkan, az çok bir benzerine her yerde şahit olduğumuz bir gerekçedir. Allah (CC) 'Onlara Rahman'a ibadet edin denilince, onlar Rahman da kimdir?' derler' diye İslam'ın Tanrı telakkisinin karşılaştığı garip bir tepkiyi bize hatırlatır. Ayet-i kerimeyi düz bir şekilde okuduğumuzda, Allah'ın (CC) varlığını kabul eden Mekkelilerin Rahman'ı kabul etmediklerini veya Allah'a (CC) Rahman diye bakmadıklarını görüyoruz. Mekkeli insanlar, Allah'ı (CC) kabul etmekle birlikte, 'aracı' bir varlık kitlesini kabul ediyor, onlar üzerinden O'na yaklaşmak gerektiğini düşünüyorlardı. En azından pagan inançları hakkındaki en yaygın kanaatimiz budur.
Müşrikler nebevi geleneğe dayalı bir Tanrı telakkisini teolojik tartışmalarla bağlamından koparmış, teolojinin kendi kendini üretme ve tartışma sürecinde gerçeklikten ve insani tecrübe zemininden kopmuş (kavramsal soyutlama), Tanrı'yı kavramsal bir çerçeve üzerinden düşünmüş, sonuçta ise soyut ve ulaşılmaz bir Tanrı telakkisine varmış olmalıdırlar. Böyle bir tahlile nereden varıyoruz? Dünyanın hemen her yerinde Tanrı ve dine dair düşünceler böyle bir süreçte şekillenmiş, insanlar nazari yaklaşımlarla genellikle 'soyut' Tanrı fikrine varmışlardır. O zaman Mekke'de de benzer bir durumun yaşanmış olması şaşırtıcı değildir.
Teolojik düşüncenin dil ve kavram üzerine kurulu olması insan zihnini dini gerçeklikten ve insani tecrübe alanından uzaklaştırır. Bunun neticesi ise Tanrı hakkında selbi dilin müspet dili öncelemesiyle ulaşılmaz, Tanrı fikrinin dini hayatın merkezine yerleşmiş olmasıdır. Bu durumda Tanrı ile insan arasında aşılması mümkün olmayan boşluklar ortaya çıkar. Paganlık paradoksal bir şekilde bu boşluğu aşmak üzere, selbi dilin yan ürünü olan bir dini hayat tarzıdır. İnsan Tanrı'ya yaklaşmak, O'nunla irtibat kurmak, hepsinden önemlisi O'nu görmek - konuşmak ister. Hakikate dair içimizdeki en güçlü dürtü ona ulaşmak arzusudur ki görmek ve konuşmak - duymak (sema) bunun en açık anlatımıdır. Hâlbuki bilginler Tanrı'nın zihinlerimizden ve idrak alanımızdan uzak olduğunu söyleyerek Tanrı ile âlem - insan arasına kapanmaz bir mesafe koymuşlardır. Bu yaklaşımla birlikte insan Tanrıdan uzak düşmüş, insanın arzularının gerçekleşme ihtimali ortadan kalkmış, Tanrı ile arada yabancılaşma ortaya çıkmıştır. Bu meyanda teolojinin nazari bir yolla yapılması veya edebi bir anlatımda kalması veya başka bir şekilde oluşması birdir: Tanrı ile insan arasındaki mesafe büyümüştür ve insan için Tanrı ulaşılmazdır; ne ona gidebiliriz ne onsuz kalabiliriz.
Bu durumda insanın önünde hakikate ulaşmada iki yol vardır: Birincisi insan büyük bir emek ve meşakkatle Tanrı'ya kendisini götürebilecek yolu kat etmelidir. Bu yol mutlak bir riyazet ve mücahede yöntemine dayalı ahlak, tecerrüt ve süluk yoludur. Böyle bir yolu ancak istisnai kabiliyetler, güçlü ruhlar ve özel insanlar kat edebilir. O zaman dindarlık bir imtiyaz ve ihtisas olmanın ötesine geçerek bütün insanları kapsayamaz. Kadim felsefelerin bir tür seçkinci ve sınırlı mistisizme ve gnostisizme dayanmasının nedeni budur. Hakikat ile veya Tanrı ile insan arasındaki mesafenin büyüklüğü insana uzun ve meşakkatli yol yürümeyi büyük bir vazife olarak yükler. Mitolojide insanın dünyayı sırtlanmasının anlamlarından birisi bu olmalıdır. Modern zihin için tamamen edebi bir anlatım haline gelebilecek böyle bir tasavvur, kadim dünyada insana yüklenen ahlaki ve dini sorumluluğu anlatıyordu. Peki, böyle bir imtiyaza sahip olmayan sıradan insanlar Tanrı'ya nasıl ulaşacaklar? Böyle meşakkatli bir yolu kat etmeleri mümkün olmayacağına göre, onların yapabileceği şey, Tanrı'yı buraya getirmek olabilirdi. Paganlık insanın gidemediği Tanrı'nın timsalinin burada hazır kılınması ihtiyacından doğmuştu. Fakat Tanrı'nın gelmeyeceğini bilginler ortaya koydu. Tanrı gelmiyorsa ve biz gidemiyorsak, o zaman ara varlıklar Tanrı'yı temsil etmelidir. Bu şekilde paganlık soyut ve ulaşılmaz Tanrı telakkisinin sonucu olduğu kadar ilkece onun kabullerini benimsemeyi sürdürüyordu.
İslam ise önce Tanrı'nın mutlak birliğini tespit ederek 'aracı varlık' katmanlarını reddetti. Yaratmada böyle ara katman bulunmadığı gibi bilgide ve yönetmede ara varlık kategorisi yoktur. İkincisi ise Tanrı'yı rahmet ve kerem ile özdeşleştirmek ile gidememe sorununun yerine inayeti ve lütfu ikame etti. Gerçekte insan Tanrı'ya yine gidemez, O'nu bulamaz ve bilemez. Fakat rahmet, dini hayatın temeline yerleşince insanın düşünebileceğinden daha yakın ve daha sağlam bir ilişki umudu ortaya çıkmış demektir. Tanrı Rahman'dır ve bunun bir alt açıklaması olmak üzere kerem sahibidir. Din böyle bir dil kullanmaya başladığında, eski inanç sahipleri buna tepki göstermişlerdir. Onların gerekçelerini tam olarak bilmiyoruz, fakat öteki tecrübelerden hareketle onların gerekçesinin dini hayattaki lakaytlık endişesi olabileceğini söyleyebiliriz. Çünkü dini hayatı rahmet üzerine kurmak, eski inanç sahipleri için, dini hayatta gevşekliğe ve ihmale yol açabilir. Daha sonra dini hayatın merkezine ilahi aşkı yerleştirmek isteyen sufiler, sürekli böyle gerekçelerle eleştirilmiştir.
İnsanın Tanrı'yı kelimenin bütün anlamlarıyla birlikte Rahman olarak kabul edebilmesi ve buna iman edebilmesi hiç de kolay değildir. İnsan bütün geleneksel kalıpları ve kendi adet ve alışkanlıklarının dışına çıkmadan Tanrı ile rahmet ilişkisini bu şekilde tasavvur edemez. Bu nedenle Hz. Peygamber (SAV) birçok kere Tanrı'nın rahmetini vurgulayan ifadeler kullanmıştır. Çağımızda dini düşünce üzerinde düşünürken bahusus hatırlanması gereken ana kavram rahmet, kerem ve lütuf kavramları olmalıdır.
Ekrem Demirli