Hadis-i şerifler arasında 'Ameller niyetlere göredir' veya 'Ameller niyetlerle değerlendirilir' diye çevirebileceğimiz zihin ile eylem ilişkisini belirleyen hadisin ayrı yeri vardır. Ayrı yeri vardır çünkü hem fakihler hem sufiler hadisi kurucu ilke sayarak usulün merkezine yerleştirmişlerdir. Bu itibarla farklı disiplinlerin hadise yaklaşım tarzları ve öncelikleri Müslüman düşüncenin mahiyeti kadar disiplinlerarası ilişkileri de yansıtabilir. Sufi metafizikçiler için hadis-i şerif, Hz. Peygamber'in (SAV) 'cevamiü'l-kelim (sözleri toplayabilmek)' yani az kelimeyle birçok anlamı ifade edebilme imtiyazının delili olarak okunabilir. Bu durumda hadiste sadece niyet ve amel ilişkisi değil, belki başka birçok konu bulunabilir. Buna mukabil fakihler için hadis-i şerif, ibadetlerde kurucu unsur kabul edilecek şekilde, niyet ile eylem arasındaki ilişkinin tesis edildiği bir düstur olarak tahlil edilecektir. Bu minvalde bir mümin ibadetine 'niyet' ile başlar, sıradan davranışları ve alışkanlıkları ile ibadet arasındaki ayrım çizgisi niyet ile çizilir. Hadisin muhtevasından hareketle dindar insan tarifi yapılabilir: dindar insan niyetli insan demektir.
İnsan davranışlarını onları önceleyen niyet ile tartmak ve anlamlandırmak, insanı düşünen canlı kabul etmenin istilzam ettiği bir sonuçtur. Niyet zihinsel bir eylemdir, kendisi de amel olsa bile -ki niyetin amel olarak ele alınması tasavvufun konusudur- bedeni amellerle karşılaştırıldığında imana veya iman ile eylemler arasında irtibatı kuran köprüye karşılık gelir. Bu sayede hadisi, düşüncenin eyleme öncelenmesi, insanı canlılar arasında ayrıştıran niteliğin düşünme faaliyeti olduğunun tescili anlamında okumak mümkündür.
Niyet sufiler tarafından esas amel olarak kabul edilmiş, 'niyetin niyeti' diyebileceğimiz bir yaklaşımla niyetin geçerlilik şartları ciddi bir mesele olarak tahlil edilmiştir. Haddizatında sufilere gelinceye kadar din bilimleri içerisinde sahih bir niyete ulaşmanın bu kadar büyük sorunlar içerdiği düşünülmemiş, niyetin genellikle beyan ile yerine getirilebilecek bir irade ifadesi olduğu düşünülmüştü. Sufiler niyeti ele aldıklarında iman ve tevhid başta olmak üzere hemen bütün dini konuları onunla ilişkilendirdiler, ihlas konusunu konuşmaya başladıklarında ise İslam'ın en büyük tehlike saydığı şirkin niyetle ilgili bir konu olduğunu söylediler. Gerçekte bunlar hadis-i şeriflerden çıkartılan yorumlar olsa bile, Müslümanlar sufilerce ele alınana kadar sorunu bu kadar ciddiyetle ele almamışlardı.
Hicretin Yükünden Kurtulmak:
Hadis-i Şerif Müslümanların Mekke'den Medine'ye intikal ettiklerinde söylenmiştir. Başka bir anlatımla hadis, bir hicret hadisi olarak kabul edilebilir. Hz. Ömer'in (RA) hicreti takvim başı saymasıyla uyumlu bir şekilde hadis-i şerif, Müslüman cemaat içinde ibadet, ahlak ve amel ilişkilerinin çerçevesi olarak kabul edilecekken daha üst bir anlatımla da gelenek ile dini ayrıştırarak hayatı ve dünyayı yeniden inşa eder.
Sufilerin ihlas ve niyet üzerindeki düşüncelerini anlayabilmek için hadisin söylendiği bağlamı hatırlamak gerekir: Bilindiği üzere hadis az sayıdaki Müslümanın arasına katılarak Medine'ye gelen bir gencin hicrete dahil olmasına atıfla söylenmiştir. Delikanlı bir kadına aşık olmuş, Müslümanlarla birlikte Medine'ye gelmiş, kadınla evlenmek istemiş, bu uğurda yurdunu ve ailesini terk etmişti. Hadis-i Şerif iki hicreti ayırt ederek gencinkini hicret kabul etmemiş, buna mukabil Allah ve peygamberi için hicret edenlerin hicretini ise amel ve ahlak kabul etmiştir. Kanaatimce iki hicreti bir arada düşünmek sufilerin niyet ve ihlas hakkında söylediklerini anlamaya katkı sağlayacaktır. Bununla birlikte gencin hicrete katılmış olmasının başka bir hikmeti daha akla geliyor ki bu durum bilhassa tasavvufun niyet üzerindeki açıklamalarını anlayabilmek bakımından dikkate değerdir.
Niyetin sıhhatindeki en önemli konu, beklentinin ortadan kalkmasıdır. Beklenti ihlasın zıddıdır; daha doğrusu ihlas yani gerçek niyet, mutlak anlamıyla beklentisizlik demektir. Beklentiden kurtulabilmenin en önemli yolu ise insan fiilini ve fiildeki rolünü değersizleştirebilmesidir.
Sufilerin bu konudaki düşünceleri Ehl-i Sünnet'in 'kesb' ve hidayet teorisinin bir neticesidir. Fakat sufiler konuyu o kadar ayrıntılı ele almışlardır ki, Ehl-i sünnet'in sözleri ile aradaki irtibat büsbütün belirsizleşmiştir.
Dindar insan günahın ardından genellikle üzüntü, vicdan azabı, kendini kınama gibi duygular yaşar. Üstelik sadece dindar değil, bütün insanlar az çok bunu idrak ederler, çünkü insanın özünde taşıdığı iddia, insanlık ideali üzere yaşamak arzusu, onun iyi işler yapmasını iktiza ederken kötülükler ile insan kendisi arasında mesafe koymak ister, onları yadırgar (münker kelimesi bununla ilgilidir), kötülüğü kendine yakıştıramaz. Bu nedenle ya kötülüğü meşrulaştırabilecek bir çözüm arar veya kötülüğün ardından vicdan azabı çekecektir. Öyle veya böyle dindar insan ile herhangi bir insanın davranışı farklı gerekçelerle benzeşir. İyi fiillerin ardından ise insanda güven duygusu oluşur, kendini beğenme, onaylama ve üstünlük fikri ve başkalarını kınama hali ortaya çıkar. Burada dindar olmayan insan için yüksek bir ahlak veya düşünce tarafından eğitilmemişse bir sorun yoktur; iyilikler görünmek için yapılır, insan iyi davranışlarla varlığını daha görünür kılabilir. Buna mukabil dindar insan için esas sorun iyiliklerin ardından ortaya çıkar, çünkü hayrın yol açabileceği kendini beğenme duygusu niyeti bozabilecek en önemli iştir. Bu nedenle niyetle sadece başta sorumlu değiliz; işin sonucunda da niyetin kalıp kalmadığına bakmak gerekir. İyi eylemlerin akabinde insanın yapması gereken iş, amelin etkisinden ve insana kazandırdığı üstünlük fikrinden niyetini korumak olmalıdır. Sufiler bunu terk ve unutma diye ifade ederek tasavvufun amaçlarından biri kabul etmişlerdir. Niyet hadisinde zımnen bunu fark edebileceğimiz bir durum yer alır. İbnü'l-Arabi'nin nefis kavramlaştırmasıyla meseleye bakarsak, söylenmiş hikmette 'söylenmemiş hikmet'i buradan hareketle bulabiliriz:
Müminler büyük bir sıkıntı ile yurtlarını terk etmiş, Allah (CC) yolunda her şeyi bırakarak yola koyulmuşlardı. Hicret yapmak zor bir iş iken hicretin yükünden ve ehemmiyetinden arınmak başka bir zorluktu; evvelemirde onların bu çetin amelin yükünden kurtulmaları gerekiyordu. Takdir-i ilahi bir genç tamamen başka bir amaçla hicret etmiş, ailesini ve yurdunu terk ederek bir kadın için müminlerin yaşadıkları güçlükleri yaşayabilmişti. Dile gelen hikmette saklı olan dile gelmemiş hikmet buradadır: Hicretin fiziksel ve formel kısmı herhangi bir kişi tarafından herhangi bir amaçla yerine getirilebilecek bir iştir, bunun için böbürlenmeye, yapılan işi abartarak dini minnet altında tutmaya gerek yoktur. İnsanın bu amelin ağırlığından kendisini kurtararak başka bir noktaya odaklanması gerekir ki o da niyettir. Amelin başında bir niyet var ve sonunda da beklenti ve minnet duygusu ile bozulmamışsa, hicret tahakkuk etmiş olabilir.
Tasavvuf tarihinde aşkın dini bir ahlak olarak ortaya çıkmasının nedeni de budur. Aşk amel ve ibadetlerin insana getirebileceği kendini beğenme, önemseme duygusundan arınmasının yolunu gösterir. Aşk maşuk uğruna yapılan her işin değersizliğine inanmayı iktiza eder. Gerçek bir aşık maşuk için 'değerli' olabilecek herhangi bir iş yapamayan insandır. Aşk insanı istiğnaya, istiğna ise tevhide götürür. O zaman hadiste dile gelmeyen hikmeti 'amelin yükünden arınmak' şeklinde okumak mümkündür.
Yeni yılınız kutlu ve mübarek olsun.
Ekrem Demirli