Öteden beri bilgilerimizin hangisinin doğuştan hangisinin kazanımla elde edildiği sorunu düşünürler arasında tartışılmış, zamanla buna değerler eklenmiş, ahlak ve dini bilgilerin insan doğasındaki dayanağı ciddi bir zihinsel mesele olarak incelenmiştir. Öyle ki sorunun ana kısmı bizzat aklın mahiyeti üzerindeki tartışmaların odağını teşkil etmiş, 'akıl nedir?' sorusu aklın sahip olduğu veya sonradan öğrendiği bilgiler ve değerler üzerinden verilmeye çalışılmıştır. Böyle tartışmalarda görüş birliğine nadiren varılabilirken genellikle ekoller ve bir takım çerçeveler ortaya atılır, herkes kendi inancına göre bir doğruyu savunur. Kadim metafizikçiler, gerçek bilgiye kaynak teşkil eden düşüncelerin bedihi (doğuştan) olduğunu söylemiş, nicelik olarak birkaç önermeyi geçmeyen söz konusu bilgilerin öteki bilgileri düzenleyen ve 'tashih' eden ilkeler olduğunu iddia etmiş, böylelikle kendi yargılarına mutlak imtiyaz sağlamak istemişlerdi. Modern dünyada hakim telakki, insanın neredeyse 'boş levha' olarak doğduğu, her şeyi kazanım ve tecrübeyle öğrendiği kabulü üzerine kuruludur. Böyle tartışmalar bir yana, hemen bütün dönemlerde insan doğasında kökleşmiş sabit bir bilgimiz vardır ki bunu yaşarken veya tecrübe yoluyla edinmiş olmamız pek mümkün görünmüyor. O kadar ki bütün bilgiler ve hükümlerimiz arasında en korunaklı, en değişmez ve davranışlarımızı şekillendirmede en güçlü olanı bu temel bilgimizdir. Buna kısaca 'haklılık' dediğimde her birimiz konuya süratle intikal edecektir. Hangimizde ötekine göre daha çok veya eksik olabilir ki haklılık bilinci? Buna 'duygu' demek daha yerinde bir tespit olabilir lakin öyle veya böyle neticede o da insanın kendisi hakkındaki bilgisidir. Her insan haklılık ve alacaklılık düşüncesiyle doğuyor, çevresiyle ilişkisini bunun üzerinden kurar, yaşamı esnasında bu duygu çok kolay ve basit gerekçelerle ortaya çıkar, hepsinden önemlisi de insan mutluluğunu veya mutsuzluğunu bu duygunun seyri belirliyor.
Bu duygu insanlar arasında o kadar yaygındır ki, bunun hayat tecrübesine veya çevresel şartlara irca edilme ihtimali neredeyse yok gibidir; öğrenme süreci doğadaki temayülü kolaylaştırır, onu güçlendirir, doğuştan sahip olduğumuz duyguya mazeretler ve gerekçelerle örülü etkili bir dil kazandırır. Herhalde insanlar arasındaki çatışmaların, tartışmaların kaynağını teşkil eden temel duygu haklılık-alacaklılık duygusudur. Bu duygunun bazı durumlarda gizlenmesinden veya yön değiştirip yeni formlarda görünmesinden kolaylıkla söz edebiliriz belki lakin ortadan kalkmasından söz etmek abesle iştigaldir. Her birimizi ve her insanı yönlendiren en güçlü saik olarak kalmaya devam eder haklılık duygusu, hak sahibi olmak, hatta kendini daima alacaklı hissetmek duygusu! Bazen sinsi ama daha çok bariz bir form kazanan bu duygu o kadar uzlaşmaz bir halde ve tatminsizdir ki kazandığı yeni formlar ile dini ve ahlaki davranışlarımızı yönlendirmeye bile devam eder; en nihayetinde mutsuzluğunun ve hayal kırıklıklarının asıl sebebi olarak kalır.
Haklılık duygusunun insan mutsuzluğunun temel nedeni olmasının izahı kolaylıkla yapılabilir. Çünkü haklılık ve alacaklı olmanın sınırları belirsizdir. İşin en tehlikeli ve yıpratıcı kısmı da burasıdır: Sınırları belirsiz, tanımı olmayan, gerekçeleri büsbütün subjektif bir şeyin nasıl tatmin edilebileceğini hiçbir zaman kestiremeyiz. Bu nedenle de az çok hepimizde 'haklıyım ama' şeklinde ikircikli bir tutum hakim olur, her durumda bir 'ama' ile derin bir bölünmüşlük yaşarız. Bir an için kendimize sorsak 'kime karşı niçin ve ne kadar haklıyız?' belki çözüme yönelmeye başlamış olabiliriz. Fakat bunu hiçbir zaman yapmayacağız: Haklıyız çünkü. Çünkü bir duygudan söz ediyoruz: Duygu akla kendini süratle kapatır, kendini eleştirtmez, sorgulatmaz, bunun ötesinde aklı mazeret üretmenin aracı olarak kendine hizmete amade kılar. Bir insanın uzun uzadıya tutarlı konuştuğunu fakat bir sonuca varamadığını görürseniz, anlarsınız ki hakikatle değil duyguyu tatminle ilgili konuşuyordur. Tutarlı konuşuyordur çünkü henüz açık bir şekilde izhar etmediği duyguları müdafaa etmek üzere konuşuyor, duygusal durumlarla çelişmemeye gayret ediyordur. Duyguları savunmak üzere hareket eden her insan az çok mantıklı daha çok tutarlı olmaya gayret eder, düşüncelerini belirli bir sistematik tutarlılık dahilinde ifade eder. Lakin sözlerin tutarlı olması onların doğru olduğu anlamına gelmez: Tutarlılık benimsediğimiz kabullerle ve bunların ortaya çıkardığı önermelerle ilişkili bir durum iken doğruluk nesnel gerçeklikle ilişki kurmakla ortaya çıkar. Duygunun tercümanı olan bir akıl nesnel gerçeklikle kendini bağlamaz, ona karşı sorumluluk hissetmez, kendini herhangi bir şekilde sınırlama gayesi taşımadan konuşur, sürekli ve tutarlı konuşur. Böyle bir akıl kendisini neyin harekete geçirdiğini çok iyi bilir: Sadece bir duygu halini savunacaktır ve ona haklılık yönlerini gösterecektir.
Akıllı olmayı tutarlılık ve sistematik konuşma kabiliyeti üzerinden değerlendirmek hatadır. Akıl haddi zatında subjektif ve duygu eksenli dünyamızın dışına çıkarak nesnellikle ilişki kurmada bize yardım eden kabiliyetin ismidir. Bu bakımdan akıl duygu ile irtibatını koparmadan akıl haline gelemez, duygunun etkisinden çıkmadan nesnellikle ilişki kuramaz. Bunu yapabilmek için aşmak gereken temel şey ise doğuştan bize eşlik eden haklılık-alacaklılık duygusudur. Bu duyguyu aşamayacağımız kesindir, o zaman akıl bize başka bir yol göstererek daha makul hareket edebileceğimiz bir zemin sunar: Alacaklı olduğumuzu düşündüğümüz insanlar bize kendilerini borçlu, en azından bizim düşündüğümüz kadar borçlu hissetmezler. Binaenaleyh alacaklı olduğumuz kısmın önemli bir kısmı bir vehimden ibarettir. Her insanda aynı duygu hakim ise kimse alacağını devşiremeyecek, kimse haklı olduğuna başkasını ikna edemeyecektir. O zaman hak paylaşımı başarısız bir insani ilişki olarak ortada kalacaktır: Yapılması gereken şey, aklın bu subjektif alandan uzaklaşarak daha nesnel bir zeminde adaleti bize duygularımızı kıracak bir yerde ve seviyede gösterebilmesine rıza gösterebilmektir.
'Düşünceye sabır' bu demektir.
Ekrem Demirli