Gelmiş geçmiş Müslüman din bilginlerinin muhtemelen en büyüğü saymakla bir haksızlık yapmış olmayacağımız Fahreddin er-Razi Asr suresini nübüvveti ve peygamberi anlamada referans olarak kabul edebileceğimizi söyler. Düşüncesini açıklarken önce herhangi bir çağda veya yerde nübüvveti aklen ispat veya temellendirmenin mümkün olmadığına dikkatimizi çekerek vakıa üzerinden cedeli bırakan bir anlatım yoluna bakmamız gerektiğini söyler. Bu daha sonra Konevi'de de görmüş olduğumuz bu takrir ve tespit üslubu, her hangi bir insanı ikna etmeyi değil, vakıayı bir gerçeklik zemini sayarak, insanı insafa ve anlamaya daveti esas alır. Anlamak ancak yolda mümkün olabilir, kabul etmek ise ancak hidayet ve istidatla gerçekleşebilir. Bu yaklaşım dahilinde cedelci teolojik tartışmalar, herhangi bir insanı ikna etmek için değil, selbi bir yöntemle, kuşku ve itirazın dayanaklarını tezyif ederek zihnin anlama zeminine yaklaşmasını amaçlar.
Asr suresi her insanın hüsranda olacağını belirten bir ayet-i kerimeyle baslar. Bunun temel bir hakikat olduğunu beyan etmek üzere de yemin edilir. Allah sureye ismini veren insan ömrü veya daha geniş bir zaman dilimi veya ikinci namazı gibi birbiriyle ilişkili bir şeye yemin ederek insan kaderinin bu nihai gerçekliğine dikkatimizi çeker: Asr bir insanın yaklaşık ömrü kabul edilebileceği gibi bir asır da olabilir; en nihayetinde asır ikindi namazı vakti demektir. Bu anlam öteki iki anlamı içkin sayılabilir çünkü insan ömrü veya içinde bulunulan asır her halükarda nihai sona yakındır. Her doğan ölüme yakındır, her ömür bir ikindi güneşi gibi batmaya meyletmiştir, her yüz batmaya yönelmiş bir güneş gibidir. Zaman üzerindeki yemin, gerçekte ömrümüzü ve hayat tecrübemizi şahit tutmak anlamına da gelebilir. Her kim ne kadar yaşarsa yaşasın en sonunda günü zarar sayacak, geçen ömür üzüntüsünü artıracak, en nihayetinde ömrün bir yel gibi esip tükendiğini bilecektir. Surenin beyan ettiğine kim ikna olmaz ki?
Yeminin ve genel ilkenin ardından ise hiçbir özel gurubu veya şahsı içermeksizin salt ilkeler üzerinden istisna zikredilir. Böylece karamsar bir hüküm gibi görünen birinci ayet-i kerimenin ardından sure bir ihsan ve lütuf kapısı haline gelerek hayatın ve var olmanın anlamını bize gösterir. Birinci ilke iman etmek, yani Allah'a bağlanmak, O'na itimat ve teslim olmaktır.
İman Allah'ın bir ihsanıdır; en azından hakim gelenek bunu böyle kabul eder. İman ile birlikte insan var olmanın anlamını idrak eder kendi kimliğinin tanımı ortaya çıkar ve insan kendini Tanrı ile ilişkisinde tanımış olur. Bu bakımdan iman, düşünen canlı olmanın iktiza ettiği mantıksal bir sonuçtur. Bunun akabinde ise amel yani imanın gereği olan işler gelir. Her ne kadar iman ile amel bir neden-sonuç ilişkisi gibi birbirine bağlanmazsa da dindarlar, ameli imanın yetkinleşmenin bir delili veya merhalesi olarak kabul eder. Gerçek iman ameli ortaya çıkartan imandır.
Bunun akabinde ise öteki insanları imana davet etmek, onlara da kurtuluş yolunu hatırlatmak zikredilir. Bu husus ayet-i kerimede 'hakkı tavsiye etmek ve sabrı tavsiye etmek' şeklinde beyan edilir. Hakkı tavsiye insanlara doğruyu -varlıkta en doğru olan insanın ve dünyanın fani Allah'ın baki olduğunu söylemektir- ı söylemek, sabrı tavsiye etmek ise yaşamanın ve nimet hallerinde Allah'ı hatırlamak olabilir. Burada zikredilen husus emr-i bilmaruf ve nehy ani'l-münker (iyi olanı söylemek, kötü olandan uzaklaştırmak) diye belirlenen doğruluğun yayılmasıyla ilgilidir. Bu bakımdan doğrunun anlatılması insan doğasında az çok bulunan bir şeydir ve herkes buna aşinadır. Razi suredeki bu üç konuyu (iman, amel ve davet) bir şeyin üç merhalesi veya bir davranışın yetkinliğinin delili kabul ederek nübüvveti açıklamak için bu sureye dikkatimizi çeker. Peygamber iman eden, sonra amel yapan, sonra insanları bu imana ve iyiliklere davet eden insandır.
Hz. Peygamber öncelikle hüsrandan kurtulmak üzere iman etmiş birisidir. Bir çok ayet-i kerimede bu husus belirtilir. Peygamberin ilk işi kendisine indirilmiş olana iman etmek ve ona teslimiyetle karşılık vermektir. Bunun akabinde ise imanın gereği olan hususları yapmak ve yerine getirmek peygamberin temel meselesidir. Hz. Peygamber'in kendisine gelen ayetlere hemen icabet ettiği, söz gelişi ayet-i kerime herhangi bir emir veya yasaklama içeriyorsa onu yapıp sureyi okumaya devam ettiği aktarılır. Bu bakımdan iman ile amel bir kişide özdeşleşmiş ise o kişi peygamberdir. Üçüncü merhale ise imanın ve amelin -yani hayrın- insanlara ulaştırılmasıdır. Bunun amacı nedir? Bu meyanda başka bir örnek olmak üzere metafizikçi filozofun tutumunu hatırlamak gerekir. O da ulaştığı hakikati mutlaka insanlara ulaştırmak, onlara taşımak ister. O zaman soru bir değil iki tane olmalıdır: Bir filozof niçin ulaştığı hakikati mutlaka insanlara aktarmak ister, bir peygamber niçin aldığı vahyi insanlara ulaştırmak ister?
Bir filozofun ulaştığı bilgiyi iki nedenle ulaştırmak istediğini düşünebiliriz: Birincisi hemcinslerine ve toplumuna karsı duyduğu sevgidir. Her tebliğ ve her anlatım insan sevgisine dayanır, bunda tereddüt yoktur; bu durumun günümüzde de devam ettiğinde, bilim insanlarının aynı ahlak ile hareket ettiklerini kabul etmek gerekir. İkinci saik ise bilginin yetkinleşmesidir. Öteki insanlara ulaşmış olmakla bilgi bir dil ve yeni form kazanır, konuşmak-anlatmak düşünmenin sağlaması haline gelir, tartışma sürecinde bilgi yeniden inşa edilir.
Peygamberin kendisine gelen vahyi ulaştırması ise öncelikle ilahi emirden kaynaklanır. Allah 'bildir', 'kalk ve uyar', 'sana vahyedileni tebliğ et' dedi, o da emre uyarak insanlara vahyi ulaştırır. Bu esnada onları kurtarmak amacı taşımaz, çünkü kurtaracak olan Allah'tır; onları mağaradan çıkartmak iddiası taşımaz çünkü kendisi de dahil olmak üzere herkese hidayet verecek olan Allah'tır. Bir peygamber sadece tebliğ eder ve kendisinin de yürüdüğü yola davet eder. Tebliğin esası ve ilkesi budur. Dini felsefeden veya herhangi bir insani etkinlikten ayrıştıran noktalardan birisi de budur: iddiasızlık! Lakin tebliğe eşlik eden bir insan sevgisini de fark ederiz. Hz. Peygamber'in alemlere rahmet olması, bütün insanlar için mağfiret talebi gibi ahlakı bunu anlatır. Fakat bir filozof veya bir bilim adamı gibi sahip olduğu bir ahlak ile değil, ilahi rahmete mazhar olmanın göstergesi olan 'emanet sevgi' ile sever.
Ekrem Demirli