İnsanın Tanrı ile irtibatının iki kaynağı -tecrübe ve nübüvvet- arasındaki çelişkiyi gösteren en nefis hikaye çoban ile Hz. Musa arasında geçtiği iddia edilen bir konuşmada anlatılır. Çobanın biri samimi fakat iddialı bir dille Allah'a şöyle yakarır: 'Rabbim! Gelsen bana misafir olsan, sana çorba pişirsem, çoraplarını yıkasam, bitlerini ayıklasam vs.' Çobanın sözlerine şahit olan ulu'l-azm peygamber Hz. Musa 'Allah ile böyle konuşulur mu?' diyerek onu azarlar. Hikayenin sonraki kısmı ise insanın Tanrı hakkındaki bilgisinin meşru kaynağı olan nübüvvet ile tecrübe (akıl veya hayal kaynaklı) arasındaki gerilime dikkatle bakmayı gerektirecek bir mahiyet arz eder. Menkıbeye göre Allah Hz. Musa'ya 'ne yaptın?' diye sorunca, o da 'Rabbim edepsiz bir kulunu uyardım' der. Bunun üzerine Allah 'sen bağı kopardın' diye Hz. Musa'yı uyarır.
İlahiyat böyle hikayelere üstenci bir üslupla yaklaşarak 'uydurmadır' der ve işin içinden çıkar. Dini bahislerde herhangi bir hikayeyi olmamış sayarak sorunun çözülebileceğini iddia etmek tipik bir ilahiyat kolaycılığıdır. Fakat bir hikayeyi yok saymak ile olguyu çözmek aynı şey değil; olgu kendi serencamı içerisinde yeni formlar kazanarak varlığını koruyor, sorun büyüyerek kendisine yeni anlatım tarzları bulmaya devam ediyor. Çoban-Musa hikayesine de öncelikle olgusal olarak bakmak gerekir. Binaenaleyh böyle bir hikaye fiilen gerçekleşmemiştir, Hz. Musa ile çoban arasında bir konuşma olmamıştır belki fakat hikayede dile getirilen çelişki, sadece Hz. Musa ile çoban arasında değil, peygamberler ile insanlar arasında yaşanmış, halihazırda yaşanmaya devam eden sahici bir çelişkidir. İlahiyat ilmi ne kadar sınırlar koyarsa koysun, insan Tanrı ile hikayedekine benzer bir ilişki talep eder, kendisine erebileceği, kendisiyle konuşabileceği, kendisini ağırlayabileceği, en nihayetinde kendisini görebileceği bir Tanrı arzular.
Tenzih ve Teşbih, Akıl ve Hayal Gücü
Çoban hikayesi dini düşüncede tenzih ve teşbih meselesi olarak kabul edilen temel sorunun temsili anlatımıdır. Tanrı hakkındaki bilgimiz kendi dünyamıza göre ve kendimize göre mi ifade edilecektir, yoksa aramızda bir mahiyet farkı bulunduğunu dikkate alarak Tanrı hakkındaki hükümleri 'agnostik' bir üslupla mı vereceğiz? Sorun dini düşüncede tenzih ve teşbih sorunu olarak kavramsallaştırılmıştır ve hikaye de bununla ilgilidir.
Tenzih akılcı teolojinin bir neticesidir. Akıl varlığı dışında Tanrı hakkında müspet hükmün olamayacağını düşünerek Tanrı hakkında 'selbi (değildir)' hükümlerle yetinir. Buna mukabil insanın hayal gücü ve duygusallığı ise Tanrı ile konuşmak ve O'nu insan gibi düşünmekle teşbihi üslup geliştirir. Bu meyanda nübüvvetin getirdiği bilgi ise salt akılcılığın gerektirdiği kadar olmasa bile bir tür tenzih (selbi) bilgisidir. Nebi-nübüvvet kelimesinin anlamı 'yukarısı' ve haber vermek demektir. Bu iki anlamı 'yukarıdan gelen bilgi' diye uzlaştırmak, nübüvvetin mahiyetini anlamaya katkı sağlayacaktır. 'Yukarı' derken hiç kuşkusuz insanın herhangi bir idrak gücüyle ulaşamayacağı ve kendi dünyasıyla şekillendiremeyeceği bir yeri ve dereceyi kast ediyoruz. Haddi zatında peygamberlerin ümmi olmasının anlamı da budur: Onlar getirdikleri bilgiye tabii bir yolla iştirak edemez, onların tecrübeleri ve kabiliyetleri getirdikleri bilgileri belirlemez. Her peygamber bu bakımdan ümmidir, yani getirdiği bilgi ne duyunun ne zihnin bir ürünüdür. Buna mukabil insan her zaman Tanrı'yı hayal eder ve duygusal ihtiyaçlarıyla Tanrı'yı kendi dünyasının parçası haline getirmek ister, O'nu kendine çekmek, O'nunla içtenlikli bir ilişki yaşamak ister. Tanrı insanın ihtiyaç duyduğu varlıktır, insan içinden O'nunla konuşur, O'na yaklaşır, gelir-gider, her şeyden önemlisi O'nu görmek ister. Bütün bunların arasında insanın en yerinde talebi hiç kuşkusuz Tanrı'yı görmek isteğidir. Tanrı ile hakikat arasında bir ilişki hatta ayniyet varsa, bizi hakikate sevk eden saik ile Tanrı'yı görme arzumuz aynı olmalıdır. Bu durumda nübüvvet muhayyileyi zorlar, insanın Tanrı hakkındaki tahayyülünü yıkar, insan ile Tanrı arasına büyük bir mesafe koyar. Bunu ise paradoksal üslupla anlatarak insan umudunu canlı tutar, bir yandan hayale hakkını verirken öte yandan tenzih ile hayalin talebini keser, onun Tanrı'yı sınırlamasını önlemek ister. Nübüvvet bize 'Tanrı da konuşur ama zannettiğimiz gibi değil' der; 'Tanrı gelir-gider, fakat bizim gibi değil' der, 'Tanrı talep eder, fakat bizim gibi değil' der. Böylece nübüvvet Tanrı hakkındaki her hükmü 'sabit-değildir (dır-değildir, ispat ve selb) ' paradoksuyla anlatır.
Hikayenin barındırdığı çelişkinin çözümü bu noktada tebellür eder: Tanrı çorba ikram edilebilecek kadar yoksul ve muhtaç biri değildir lakin çorba ile büsbütün ilişkisiz de değildir. Tanrının bir insana misafir olduğu görülmemiştir fakat misafirlik doğrudan Tanrı ile ilgili bir mesele olarak düşünülmelidir. Tanrı kimseden bir şey istememiştir fakat kulların talepleri ile Tanrı arasında doğrudan bir ilişki kurmamız gerekir.
Nübüvvet bu çelişkili anlatımla dini coşkunun kaynağını teşkil eden muhayyileyi harekete geçirirken bir yandan da onu sınırlar, hayal gücünün kolaycılığından daha karmaşık, daha meşakkatli bir hakikate varmak uğruna insanın yürümesini talep eder. Bu tarz bir anlatımın amacı ise insanın kendi hakikatini teşkil eden gönlünü fark etmesini sağlamaktır. Kabiliyeti ne olursa olsun her insan kendi kalbine yürüyebilecek kadar cesaretli (aşk bu demektir) olmalıdır, kendi kalbine varabilecek kadar sabırla yürüyebilmelidir. Metafizikçilerin hikayeden çıkarttıkları netice budur.
Ekrem Demirli