Dervişin biri hastaların şifa bulmasına vesile oluyor, körleri iyi ediyor, felçlilerin tekrar yürüyebilmesine şifa oluyor imiş. Uzaktan yakından bir çok insan sıhhat bulmak üzere kendisine geliyor, meşakkatli yolculuklarla dervişin duasına mazhar olmaya koşuyorlarmış. Şöhretinin yayılmasını dervişi ürkütmüş, şöhretin afetinden Allah'a sığınmış, kendini evine hapsederek insanların teveccühünden sakınmaya çalışmış. Bir gün uzak şehirden yaşlı bir kadın yanında hasta oğluyla birlikte gelmiş, dervişin kapısını çalmış, 'oğlum hasta duanı bekliyoruz' diye ricada bulunmuş. Derviş evde yokmuş gibi davranarak hiç oralı olmamış, kapıyı açmamış. Kadın ısrar etmiş, defalarca kapıyı çalmasına rağmen derviş cevap vermemiş. En sonunda içinde yaşadığı gerilimin de etkisiyle 'Be hanım! Ben İsa'mıyım ki şifa vereyim, ben İsa'mıyım ki nefesim hastaları iyileştirsin' demiş. Bu sözleri der demez kalbine bir ilham gelmiş:'Sen hastalara şifa vereni İsa mı sanmıştın?' Bu ilham ile birlikte içinde bulunduğu gaflet halinin şöhretten daha büyük tehlike olduğunu fark etmiş, hemen kalkmış, utanç perdesinden sıyrılmış, hastayı kabul etmiş, onun şifa bulmasına vesile olmuş.
Bu menkıbe Ehl-i sünnet inancına bağlı tasavvufun nedenselliği reddeden 'adet' telakkisini bir yansıması olan bir hikayedir. Ehl-i sünnet varlıkların kalıcı bir doğası veya kurucu özelliği olabileceğini reddederek nedenselliğe karşı endeterminist varlık telakkisini Tanrı alem ilişkisinin sonucu sayar. Tanrı fail ve iradeli olduğuna göre, O'nun iradesini sınırlayabilecek herhangi bir mahiyet, herhangi bir neden veya herhangi bir engel söz konusu olmayacaktır. Bu itibarla söz gelişi ateş yakıcı değildir, su akışkan veya susamayı giderici değildir, ses kendiliğinden kulağa ulaşabilecek bir özelliğe sahip değildir, toprak ağır değildir vs. ateş ile yakıcılık, su ile akışkanlık, toprak ile ağırlık iki ayrı durumdur; Allah bu iki ayrı durumu bir araya getirdiğinde biz bir iktiran ilişkisine şahitlik etmiş oluruz, hepsi o kadar. Binaenaleyh nesneleri etkilerinden bağımsız ele alarak, mutlak bir soyutlama ile doğaya yöneldiğimizde Tanrı'nın iradesini anlamaya başlarız. Çağımızda bu tarz düşünmenin imkanına işaret edebilecek bir takım yaklaşımlar vardır, bu bakımdan geçmiş çağlarda tamamen meydan okuma şeklinde ortaya çıkan adet telakkisi yeni teorilerle daha masum görülebilir. Bu husus çağdaş fizikçilerin tartışacağı bir konu olarak yazımızın dışındadır, biz meselenin başka yönlerine dikkat edelim:
Ehl-i sünnet'in filozoflar ve kısmen Mutezile ile ayrıştığı nokta nedenselliği ortaya çıkartan mahiyet ve cevher telakkisine itirazıdır. Nedensellik bir mahiyet teorisidir ve Ehl-i sünnet bunu reddederek ilahi iradeyi savunmuştu. Bir şeyin sabit bir doğası yok ise o zaman nedenselliği kesin bir şekilde kabul edebileceğimiz bir sebep de yoktur. Bu düşüncenin neticesi olmak üzere, daha sonra 'adet' denilen bir kavram ortaya çıkmıştır. Adet tümevarımın imkansızlığını dikkate alan pragmatik bir kavramlaştırmayla varılan bir düşünceyi anlatır. Biz sürekli neden ve nedenli ilişkisini görsek bile, bunun evrensel bir ilke olduğunu bilemeyiz. Bizim gördüğümüz şey, ateş ile yanmak, su ile akışkanlık, toprak ile ağırlık gibi iki durumun bir araya gelmesidir; bunun her zaman böyle olup olmadığı ise meçhuldür.
Tümevarım imkansız ise o zaman varlık hakkında herhangi bir kesinliğe ulaşmak, kesin önermeler söylemek de mümkün değildir. Bizim kesin olabilecek önermeleri öğreneceğimiz yer, akıl değil, vahiy ve nübüvvet olabilir. İmam Mâtürîdî nübüvvetin gerekliliğinden söz ederken bütün nihai bilgilerin nübüvvet kaynaklı olduğunu söyler. Öyle ki temeddünü ortaya çıkartan araç ve gereçlerin kullanımı, tıbbın gelişimi, ilaçlar, ziraat, sanatlar vs. hepsi peygamberlerden öğrenilmiştir çünkü akıl bunları bilebilme imkanına sahip değildir; hem akıl yetersizdir hem nesnelerin sabit doğaları yoktur. Böyle bir yaklaşımla mucize ve keramet, nedenselliği bozan durumlar değil, adetin yani -nedenselliği bozan şeyin- aşılması olduğunu kabul ederiz. Böyle hadiselerin hariku'l-ade (adeti aşan) diye isimlendirilmesinin nedeni de budur. İki kavram arasındaki temel farkın unutulması Ehl-i sünneti de Meşşai filozoflar veya Mutezile gibi akılcı-nedenselci kabul etmeye yol açmak demektir.
Mucize nübüvveti daha doğrusu bir peygamberin peygamber olduğunu kanıtlamak üzere başvurulan yoldur. Peygamber Allah'tan peygamberliğini insanlara göstermesini talep eder, Allah da onu mucizeyle destekler, böylece Allah'ın nedenselliği aşan kudreti değil, peygamberin doğruluğu teyit edilir. Nedenselliği kabul edenler için mucize ya bir kereliğine gerçekleşen bir hadisedir veya tevil edilmesi gereken bir iştir. Adeti kabul edenler için ise mucizede gerçekleşen durum her zaman olabilecek bir şeydir. Bu durumda mucize veya kerametler bize hadiselerin gerçek yüzünü, adetin bir perde olarak örttüğü hakikati göstermek amacı taşır.
Menkıbenin anlattığı tam da budur: Herhangi bir şeyin olup olmaması zorunlu değildir; bir hasta iyileşebilir veya sağlık nedensizce bozulabilir. Şifa kalıcı veya zorunlu bir durum değil, anlık bir haldir. Herhangi bir velinin hastalığa şifa verebilmesi ise sadece hastalık-sağlık arasındaki ilişkiye muttali olması demektir. Gerçekte şeylere düzeni veren Allah olduğu gibi hastayı iyi eden, iyiyi hasta eden Allah'tır.
Ekrem Demirli