Dilimizdeki en hoş deyimlerden birisi 'tanrı-misafiri' deyimidir. Nasreddin Hoca'nın Tanrı misafirine gitmesi gereken yer olarak camiyi gösterdiğini akılda tutmak şartıyla, bunun kadar yardımlaşmanın, paylaşmanın, merhamet ve sevginin Tanrı ile ilişkilendirildiği çok az deyim vardır herhalde. Tanrı misafiri hazırlıkla ve davetle gelen biri değildir; ansızın çıkar gelir, üzerinde yolun izleri vardır, evdeki konforu yıkan birisidir. Deyimin nasıl ortaya çıktığını tespit etmek mümkün değildir fakat Hz. Musa ile çoban hikayesiyle yakından ilişkili olduğunu düşünebiliriz. 'Tanrı misafiri' bir yandan sanki Tanrı'nın gönderdiği bir kişinin ağırlanmasını anlatırken başka bir bakış açısıyla ise Tanrı'ya misafir olabilmenin anlamını da ima eder.
Ahlak kuralları arasında cömertlik ve misafire ikram özel bir yerde durur; sanki öteki kurallar bir şekilde cömertlikle ilişkilidir, hepsi cömertlikte içkin halde bulunur veya ondan dağılır. Din cömertliği güçlü bir şekilde vurgulamış, konuya niceliksel yaklaşmadan, bir çok türünden söz etmiş, imkanı olan olmayan her insanın nasiplenebileceği kurucu bir ahlak haline getirmiştir. Başta Hz. İbrahim olmak üzere peygamberlerin huylarını anlatan hikayelerde misafir ağırlamaktan sıkça söz edilir. İbnü'l-Arabi Hz. İbrahim'in misafir ağırlamasını onun 'Halilullah (Allah'a dost)' olmasının neticesi sayar. 'İbrahim halil olunca, misafir ağırlamayı huy edindi' cümlesi ikram ile Allah'ı tanımanın ilişkisini anlatırken aynı zamanda ikramın bir ilahi ahlak olduğunu bize hatırlatır. Öyleyse ikram Tanrı'nın bir eylemiyken insan O'na yaklaştıkça bu huya mazhar olur.
İnsanı yolcu, dünyayı yolun bir menzili kabul etmek, tasavvuf tarihinde farklı yaklaşımlara konu olmuş güçlü bir düşüncedir. Karamsar kültürlerin izlerini taşıyan teoriler insanın yolculuğunu dünyanın sürgün yeri olmasıyla açıklarken Tanrı'nın her yerde bulunuşunu metafiziğin ilkesi kabul eden düşünürler ise yolu-yolculuğu Tanrı'dan Tanrı'ya bir hareket olarak görür. Gurbet ve yolculuk bir ilahi isimden ötekine doğru olmak üzere Tanrı'nın isimlerinde hareket anlamına gelerek yeryüzünün yükünün hakkını ona iade eder. Her insan Tanrı'dan gelir, Tanrı'ya misafir olarak doğar yeryüzüne, her insan O'nun sofrasına konuk olur, O'nun tarafından ağırlanır. Bu itibarla tanrı misafirinin en doğru yorumu Tanrı'ya misafir olmak şeklinde olabilir. O zaman 'vatan-ı asliden koparıldık, gurbette hasret çekiyoruz' demek, hakikate en yakın ifade değildir. Gurbetteyiz fakat uzakta değiliz; gurbetteyiz fakat sürgünde değiliz, gurbetteyiz fakat kopmuş değiliz.
Öte yandan deyim, Tanrı'ya vekil ve halife olmanın ortaya çıkardığı bir irtibatı anlatarak çoban-Musa hikayesinin çözüm tarzına dönüşür. Hatırlanacağı üzere çoban Tanrı'nın evine misafir gelmesini istemiş, onu ağırlamak talebini dile getirmiş, Hz. Musa ise böyle bir talebin Allah'a karşı edebe uymayacağını belirterek onu azarlamış, fakat Tanrı ile nasıl bir ilişki kurulacağını göstermemişti. Çoban hikayesi insan iddiasının en nefis ifadelerinden birisi kabul edilebilir. En sıradan ve en basit halimizle bize neyi talep ettiğimiz, içimizdeki ile dışımızdaki çelişkinin bir yansımasıdır. Hikayede dile gelen çelişkinin çözümü ise bu iddia ve hırsın (kibir demek daha yerinde olabilir) izale etmeden Hz. Peygamber'in bir hadisinde zikredilir:
Kutsi bir hadiste Allah 'Ey kulum! Hasta oldum, ziyaret etmedin beni' deyince, kul 'Seni nasıl ziyaret edebilirim?' diye sorar. Allah 'kulum hasta oldu onu ziyaret etseydin onun yanında beni bulurdun' der. Hadisin devamında yemek ve su istemek gibi ihtiyaçlar hakkında da benzer bir söz söylenir. Normatif gelenek böyle bir ifadeye Allah'ın emrini yerine getirmek ile O'na yaklaşmanın aynı şey olduğunu söyleyerek yaklaşır. Tanrı ile insan arasında şeriat dışında bir ilişki veya yakınlık yoktur; insan O'nu göremez, O'nunla konuşamaz, O'na yaklaşamaz. Böyle talepler 'edep dışı' ve kibirli taleplerdir, bunların terki gerekir.
Tasavvuf ise hadisi anlamada iki yaklaşım geliştirebilir: Birincisinde karz-ı hasen (Allah'a borç), yani kula verilen her şeyin 'sanki' Hakka verildiğini söyleyerek tasavvufu 'sanki/mış gibi' şeklindeki irtibatın zemini sayan yaklaşımdır. Bu yaklaşım ihsan, yani Allah'ı görür gibi ibadet etmek diye hadislerde zikredilir. Her iş, her amel ve her huy sanki Allah'ı görür gibi icra edildiğinde, tasavvuf insanı terbiye maksadına ermiş demektir. Fakat bir de hadis-i şerifin vahdet-i vücud ekseninde yorumunu hatırlamak gerekir: Buna göre Hakkı ziyaret eden kişi hastanın yanında Hakkı müşahede eder. Aynı durum yemek ikram edilen, su ikram edilenler için geçerlidir. O zaman hastanın veya yemek isteyenin yanında bulunan kişi -yani cömert- kendinde Hakkı müşahede ederek gurbette Hakkı görmüş olacaktır. Vahdet-i vücud işin bu kısmını daha farklı bir şekilde ele alır: Bu düşünceye göre Tanrı ve insan ilişkisi Tanrı'nın fail ve insanın edilgen olduğunu beyan eden kavramlarla sınırlı görülemez. Hadiste Tanrı hasta olduğunu, acıktığını ve susadığını söylemiştir. Tanrı edilgen kavramları kendisine nispet etmekle bize başka bir kapı açmış, fail olduğu kadar edilgenlik üzerinden tanımanın yöntemini bize göstermiştir. Tanrı'yı gerçekte bilmek, O'nu fail-edilgen olarak bilmekle mümkün iken insanı tanımak da onu edilgen-fail olarak bilmekle mümkündür. Zihnin adet ve alışkanlıklardan özgürleşerek varlığa varlık olarak bakabilmesinin yegane yolu bu paradoksa düşmektir. Bunun dışındaki her bilme tarzı insana göre Tanrı'yı bilmek anlamına gelecek, her bilgi dünyanın haliyle sınırlanmış kalacaktır. Tanrı'yı bilmek tezadın birliğini görmektir.
Ekrem Demirli