Modern dünya insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir asırdır, bunu herkes kabul ediyor. Kökleri ne kadar geriye götürülürse götürülsün yaklaşık birkaç asra sığabilecek bu evre doğada ve insan dünyasında büyük değişime şahitlik etmiş, bilginin endüstrileşmesiyle birlikte insanın iktidar düşkünlüğünün sınırsızlığını kanıtlamış oldu. Arzuların bir sınırı hatta herhangi bir amacı olmadığı bu çağda kanıtlanmış oldu.
Her çağ selefini kınar, öncesini hayırla yad etmez. Aristoteles 'bilgiyi bize aktaranlara minnettarız' diye genel bir prensip beyan etmiş olsa bile felsefe öncekini reddederek ilerlemişti. Metafizikçi filozoflar düşünmeyi mağaradan çıkma cesareti olarak nitelemiş, içinde yetiştikleri değerleri ve cemiyeti ise 'mağara' içinde kalmış, hakikat ile bağlarını yitirmiş zümreler saymıştı. Bir devrin öteki hakkında 'mağara' hükmünü vermesi, zihnin yargılayıcı üslubunu gösterdiği kadar bireysel ve toplumsal değişimlerde sıkça hatırlanabilecek kavramı belleğimize yerleştirdi. Hristiyanlık önceki asırlar hakkında iyimser ve minnettar bir yaklaşım sergilemiş değildi. Bütün önceki çağlar bir pagan, putperest ve şeytanın hükümdarlık çağları idi bir müminin gözünde. Hristiyanlık misyonerlikte ihtiyaç duyduğu teolojisini önceki dünyanın değer ve kavramsal yapısını kullanarak geliştirmiş olsa bile onu ithamı hiç ihmal etmedi. İslam ise vahiyden önceki cemiyeti cahiliye çağı olarak görmüş, o çağın edebi ürünlerine boş ve anlamsız ürünler olarak bakmıştı. Sahabe nesli önceki hayatlarından söz ederken genellikle 'cahiliye' dönemi der, Mekke toplumu için kullanılan bir tabiri bireysel hayatları için kullanırdı. Bununla birlikte önceki çağları modern dünya kadar katı eleştiren başka bir çağ yoktur. Modern dünya önceki çağları hakikatten kopuk, masalsı, insanın içgüdüleri ile dünya ile ilişki kurduğu, ürkek aklın ürünü olarak görmüştü. Modernleşme sürecini hali hazırda sürdüren toplumlarda bu eleştiri bir var oluş savunusuna döner, bir tür ödipal çatışma gibi, yaşanan vakte intikal edemeden geçmişte ve geçmiş üzerinden hesaplaşma zihinsel faaliyetin dinamik gücünü teşkil eder.
Modern dünya bir aydınlanma çağı olarak gördü kendini. Bir önceki çağ da aydınlanma çağı idi, onun öncesindeki çağ da aydınlanma çağıydı. İnsan zihni yaşadığı ana 'aydınlık' niteliğini vermede ikna edici deliller bulur. Bilginin ışık, cehaletin karanlıkla özdeşleştirilmesi insanın içinde bulunduğu dönemi aydınlanma çağı olarak nitelemesine yol açar. Modern çağla ilgili bazı iddialar da öteki çağların ruhuna uygun bir takım iddiaların bir devamı gibidir. Her çağ kendini aydınlanma ve ışık çağı saydığı gibi aynı zamanda tarihin sonu diye telakki eder. Binaenaleyh uzun tarihi boyunca insanlık ilk kez tarihin sonuna erdiğini düşünmüş değildir. Filozoflar, zihnin düşmanının kuşkuculuk olduğunu dile getirmiş, aydınlanmanın mağaranın dışına çıkmak olduğunu ileri sürmüştü. Bunun bir ilerisi yoktu: metafizik değişmezin bilgisiydi ve artık aramak anlamsızdır. Dinler için de durum aynıdır. Günümüzde tarihin sonu, zihnin varabileceği zirve gibi iddialar insanlık tarihinde defalarca dile getirilmiş iddialardan birisi olarak kalacaktır. Zamanla savunulan şeyin sadece gerekçeleri değişiyor, iddialar ve savunma biçimi sabit kalıyor.
Bir çağ ile o çağda yaşayanın ilişkisi bir tür tümel ve tikel ilişkisi gibi görülebilir mi? Sorunun cevabını bulmak zordur çünkü çağ içinde bir çok çağ vardır, çağ içinde bir çok farklı dünya aynı mekânda ayrı zamanları yaşar (mekânda bir zamanda ayrı). Bununla birlikte modern çağ değerlerini bireylere ulaştırabilmede önceki çağlara hiç benzemiyor, bu konuda bütün çağlara göre en 'başarılı' çağ sayılabilir. Modern dünya herkesi ikna edebilme kabiliyetine sahip olmada öteki çağlardan ayrışıyor. Bunu teolojik kavramlarla anlatacak olursak, modern çağ münafığı en az olan çağ kabul edilebilir.
Orta çağda din merkezde kurumlar oluşturmuş, görece seçkin bir dil kullanarak düşünceyi elit zümreler arasında yaymaya çalışmış, sıradan insanların ise bu seçkinlere tabi olacağını düşünmüştü. 'İnsanlar yöneticinin dini üzeredir' diye bilinen deyim, bu anlayışı hatırlatır. Bu yaklaşım hem gerçekçiliğe dayanıyor hem öteki 'cahil' çağların izlerini üzerinde taşıyordu. Çünkü kabiliyet eksenli seçkinci insan ve sıradan insan ayrımı kadim toplumların hakim yapısı idi. Hristiyanlık kabiliyet merkezli aristokrasiyi aşarak yeni bir toplum telakkisi ortaya koyabildiğinde kitlelere İsa'nın mesajını ulaştırabilmenin yolunu buldu. İnanlara ulaşabilmenin en ikna edici yolu 'eşitlik ilkesi' yoludur, bütün tarih boyunca bundan daha ikna edici yol bulunmamıştır. Bununla birlikte Hristiyanlık dahilindeki ruhban sınıfıyla seçkinlik ve sıradanlık ayrımı devam ediyordu. Bu yaklaşım baştaki eşitliği bozmuş, Hristiyanlık mümin olduğu kadar münafık ortaya çıkartmıştı. İslam eşitlik iddiasını daha ileri taşıdı: insan ne geçmişiyle ne yaratılış özellikleriyle özel bir engele veya ayrıcalığa sahip değildir. Bununla birlikte dinin insanları ikna etmesindeki güçlükler dinin yayılmasını her zaman güçleştirdi. Bu durumda insanlar ikna olmasalar bile mümin gözükmek durumunda kalmış, din değerleri bütün topluma yayılmamıştır.
Bütün dönemler arasında modern çağ münafığı en az olan çağdır: Bu çağ bir 'sıradan insan' yani aristokrasinin ve değerlerinin her bakımdan reddedildiği, seçkinliğe ait yaşam tarzının hayal edilse bile gerçekte önemsenmediği, herhangi bir şekilde kazanmanın ve hayatta tutunmanın var oluş erdemi sayıldığı yegâne çağdır. Bu çağın sanat, bilgi veya kabiliyet anlayışı ile geçmiş dönemlerin anlayışı arasındaki fark, var olmanın kendisi ile keyfiyeti arasındaki farkta tebarüz eder. İnsan bir yerden veya yönden hayat ile irtibatını temin etmişse, modern çağ bunu başarı sayar. Bu nedenle modern çağ din, inanç, düşünce ve kültürel arka palana bakmaksızın herkesi ikna edebilir, herkesi paydaşı haline getirebilir, herkesle iletişim kurabilir, herkesi dönüştürebilir. Dünyanın her yerinde insanlar bu dünyanın değerlerini paylaşır, o değerler üzerinden geçmişe ve geleceğe bakar, bu dünyanın eleştirdiklerini ve reddettiklerini de modern dünyanın değerleri üzerinden savunur.
Müslüman aydınların İslam'ı ve eski dönemleri savunurken modern değerleri o çağda bulma gayretiyle savunmaları bu ikna edilmişliğin bir sonucudur.
Ekrem Demirli