Zıtlığı metafiziksel bir anlamda tanımlayacak olursak alemde birbirine zıt iki şeyi bulmak mümkün değildir. Zıtlıklar, daha çok itibari ve zihinsel ayrımlarda ortaya çıkar veya örf, din gibi itibarların kaynaklarınca belirlenir. Herhangi bir metni okurken bize anlama hazzı veren karşıtlıkları, zihnimize intikal kabiliyeti kazandıran anlatım tarzlarını 'itibari' bir düzlemde ortaya çıkan kabullerin karşılaştırılması olarak görmek gerekir. Öte yandan itibari de olsa bir şeyi salt 'kötü' ve 'iyi şeklinde karşılaştırmak yerine, iyiyi iyi ile, iyiyi daha iyi ile karşılaştırmak anlamaya daha çok katkı sağlayacaktır. Tasavvuf metinlerinde gördüğümüz karşılaştırmalar genellikle böyle karşılaştırmalardır.
Bunun iki nedeni akla geliyor: Birincisi varlık hakkındaki herhangi bir hüküm Tanrı hakkındaki inancın neticesi olacaktır. Varlığı iyi ile kötünün eşit şekilde var olduğu bir gerçeklik şeklinde düşünmek, Tanrı'nın gerçek anlamıyla kötülüğü ve iyiliği yarattığı anlamına gelecektir. Varlığı sonsuz tecelliler şeklinde düşünen bir metafizikçi için gerçek bir kötülüğün yaratılması Tanrı'nın tenzih edilmesi gereken bir yanılgıdır. Öte yandan insan hangi durumda olursa olsun hakikatten nasibini alır, daha doğrusu hakikat gider ve insanı bulur. Bu durumda insanın doğru addettiği bir şeyi bütünüyle kötü veya yanlış görüp onun yerine yeni bir doğru ikame etmeye çalışmak, sonsuz tecelli akışında bilinen Tanrı'yı görmemek demektir.
O zaman sufilerin metinlerinde görebileceğimiz karşıtlıkları itibari karşıtlıklar olduğu kadar iyinin iyi ile, iyinin daha iyi ile karşılaştırılması tarzındaki karşılaştırmalar saymak gerekir.
Divan-ı Kebir'inde Bazı Karşıtlık Örnekleri
Mevlana'nın şiirlerindeki karşıtlık örneklerinden birisi buğday ile üzüm karşıtlığıdır. Bu karşılaştırma, gerçekte, iyinin daha iyi ile bir karşılaştırılması kabul edilebilir. Buğday ile üzüm karşıtlığı bütün tasavvuf tarihinin en bilinen karşıtlığıdır. Buğday insan hayatını idame ettiren temel besin olmak üzere birçok şeyi temsil eder: İnsanın çaba ve gayreti, korkuları, bedensel arzuları, sınırlı imkanlarının ezdiği sonsuz hayalleri, anlamsız kuruntu ve hevesleri, iktidar hırsı buğdayca temsil edilir. Buğday yemek ile başlayan insanın gafleti daha sonra buğday aramaya harcanan bir ömür haline gelmiştir. İnsanın buğday ile değer arasında sıkışan hayatına dair esas atıflar ayet-i kerimeye dayanır. Allah 'Onlara hıtta (af, bağışlanma)' isteyin denildi, o zalimler ise kelimeyi değiştirdi' der. Rivayete göre, onlar, hıtta kelimesine n harfini ekleyerek onu hınta yani buğdaya dönüştürmüş, Allah'ın onlara gösterdiği yolu bırakarak buğday peşinde ömür tüketmişlerdi. Burada dinin kınadığı tutum buğdayın peşinden gitmek değil, mağfiretin temsil ettiği değerleri yok sayarak buğdayı, tek hakikat sayma hatasıdır.
Buğday, Mevlana'nın şiirlerinde hayatın kendisini, bedenli varlığımızı temsil ederek beden peşinde koşmanın en bariz simgesi haline gelir. Buna mukabil ayet-i kerimedeki 'mağfiret (hıtta)' tasavvuf metinlerinde üzüm, şarap, aşk, gönül, talep gibi anlamlarca tefsir edilerek beden ile ruh arasındaki karşıtlığa dikkatlerimiz çekilir. İnsan bedenli varlığıyla öteki canlılardan ayrışmaz, onu ayrıştıran şey, bedende bulunan ve bedenin hizmet ettiği ruhudur (kalp, akıl). İnsan ruhunun ihtiyaçlarıyla gerçek anlamını bulabileceğine göre kendisini sadece bedenli bir varlık olarak görmesi, hakikatini tanımaması demektir. Üzümün temsil ettiği şey, bedenin ardındaki bu ruhun ihtiyaçları, zevk, irade, düşünce, sevgi, marifettir. Sarhoşluk ise bedenin ihtiyaçlarına ve bunun getirdiği korkularla daralan aklın talep ve sevgi ile özgürleşmesinin neticesidir. Tasavvuf metinlerindeki en açık ironi ruhu bedene önceleyen akla sarhoşluk veya mecnunluk niteliğini izafe etmektir.
Divan-ı Kebir'de sıkça geçen örneklerden birisi de gül ile dikenlik karşıtlığıdır. Birçok yerde Mevlana, gül haline gelmenin gereğini vurgular, yakılacak diken olarak kalmaya karşı insanı uyarır. Gül söz konusu olunca bülbülü ve onun sürekli feryadı tasavvuf metinlerinin ana temasıdır. Mevlana bülbül-gül vuslatının mevsimi olan baharda ortaya çıkan birçok çiçek türünden söz eder, bu sayede dünyanın güzelleşmesini anlatır. Bu güzellik göklerin, yıldızların da kendisine katıldığı bir düğün günü gibidir. Lakin bir yerde ise gül ile diken arasındaki ilişkiyi başka bir üslupla anlatır: Gül gerçekte dikenin kemali ve varlık amacıdır. Daha doğru bir tabirle gül gerçekte bir diken türüdür. Meseleyi böyle görmüş olmakla dünyaya bakışımız değişir, gül ile diken arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeye başlarız. Çünkü gül ancak dikenden ortaya çıkabilir, gül ancak bir dikende bulunabilir, gül ancak bir dikenin yolu yürümesiyle var olabilir. O zaman gül dikenin övgüsü olarak kabul edilebilir. Bu durumda gül ile diken arasındaki ilişkiyi ikmal-yetkinlik ilişkisi şeklinde düşünmekle dünyaya hakkını iade edebiliriz.
Mevlana kemali anlatırken çeşitli milletlere atıflar yapar: Habeşliler, zenciler, Hintliler genellikle buğdaycı bir yaşamın karşılığı olan beden ve onun ihtiyaçları için çalışanları anlatırken Türklerden şaşırtıcı derecede övgüyle söz eder.
Ekrem Demirli