Bildiğim en iyi Bektaşi fıkrası insanın dinle ilişkisindeki ikircikli tutumunu anlatır. İnsan dünya ilişkisini 'kar-zarar' ekseninde kurar, hadiseleri haklı çıkmak veya kendi durumunu tahkim etmek üzere yorumlar, kar etmese bile zarara uğramadan hadiselerden sıyrılmak ister. Fıkra da tam bunu anlatıyor: Bektaşi namaz kılmaya bir türlü alışamayınca 'Neden namaz kılmıyorsun?' diye bir soru ile muhatap olur. O da 'Allah namaza yaklaşmayın diye emrediyor, namaz nasıl kılayım' der. Bunun üzerine 'Ayetin devamını da oku, Allah sarhoş iken diyor' denilince, o meşhur cevabı verir: 'Ben hafız değilim.'
Fıkraya gülerken insanın hangi tarafta olduğunu düşünmesi lazım: Soruyu soran mı yoksa cevabı veren gibi mi hareket ederiz? Gerçekte her insan az çok Bektaşi gibidir; haddi zatında fıkranın dikkatimizi çekmesinin nedeni de bizi anlatıyor olmasıdır. Bir şey olduğunda veya bir durum ortaya çıktığında ondan azami fayda elde etmek, olmazsa zarar görmeden sıyrılmak üzere bir zihinsel şartlanmamız vardır. Arapçada akıl kelimesinin 'bağlamak' ile ilişkisi genellikle buradan hareketle kurulur: Akıl bağlar, hadiseleri birbirine bağlar, sebep sonuç ilişkileri tesis eder; fakat onu yönlendiren ana saik insanın varlığını koruma güdüsüdür. Bu bakımdan bağlama eylemini kar ve zarara göre belirler, varlığımız zararlardan sakınsın diye aklı çalıştırırız. Vakıa insanın dinle ilişkisi de hadiseleri yorumlama tarzı gibidir: Birçok durumda nasları kendimizce yorumlar, kendimize göre anlam verir, en azından kendimizi koruyabilecek veya haklı çıkartabilecek unsurlara dikkat verir, onları öne çıkartırız. Belki bunu dile getirmeyiz fakat neticede her insanın zihninin bir yerinde 'hafız değilim' savunması saklı durur.
'Hafız değilim' mazeretini saklı tuttuğumuz durumların bazı örnekleri akla gelebilir: İnsanlar kul hakkını esas alan bir dini hayatı benimser, Tanrı'ya iman ederken ve O'nun haklarına riayet ederken bir kul olarak kendi haklarını O'nun haklarına iliştirirler. 'Allah kul hakkı ile huzuruma gelme dedi' sözü en yaygın cümlelerden birisidir. Fakat bunun delili nedir diye sorsanız herkes 'ben hafız değilim' mazeretine başvuracaktır. Anne - baba haklarıyla ilgili konu da böyle bir şeydir. Allah anne babaya haksızlık etmemek onların ihtiyaçlarını gidermek, sıkıntılarına tahammül etmekle ilgili emirler koymuştur. Bunlar insana yeterli gelmez; ebeveyn 'Allah'tan sonra ebeveyne itaat emredildi' diyerek kendi yerini en üste yerleştirmek ister. Dinde bağışlamak, affedici olmak üstün bir ahlak kabul edilir. İnsanlar birçok konuda ahiret inancını insanın insanla hesaplaşma yeri olarak yorumlarken de yarım hafız gibi hareket eder.
Gerçekte hadisler ve ayet-i kerimeler bütün okununca insan konforunu bozan bir anlam ortaya çıkar, insanın insan üzerine kurduğu iktidar yıkılır, insanın bireyselliği ve bu bireysellik içerisinde Tanrı'ya yönelmesiyle geleneksel hayat tarzı sarsılır. Mesela din bize 'Bineğindeki insana yükünü uzatmak, yardım etmek sadakadır' der. Hafız olmayı reddeden tembelliğimiz ve konforumuz bunu alır ve buradan küçük büyüğe hizmet etmelidir düsturunu ahlakın ilkesi yapar. Hâlbuki Hz. Peygamber (SAV) kimseden bir şey istememeyi ahlak yaparak, bu hadisin ortaya çıkartabileceği iktidar ilişkisini tashih etmiş, hadisin istismarına imkan vermemiştir. Hasan Basri 'Yetmiş Bedir savaşçısı ile karşılaştım, her birisi devesinden kırbacı düşse kimseden istemez iner kendisi alırdı' derken hafız olarak okumanın örneğini bize vermişti. O zaman varlığımızı koruma güdüsüyle hareket eden aklımız, nasları ve hadisleri yarım okuyarak insan konforunu koruyan bir yorum tercih ederken; din bizi mağaradan çıkartacak şekilde bütünü okumaya davet eder.
Başka bir fıkra Bektaşiliğin Allah (CC) ile doğrudan irtibatı, bu irtibatın ortaya çıkardığı naz ve sitemkar dili anlatır. Gerçek bir dindar az çok 'şımarık' bir kuldur, en azından hayatın belirli evrelerinde bu şımarıklığı izhar edebilecek birisidir. Yağmur duasına çıkanları gören Bektaşi suyla ıslattığı hırkasını kurusun diye asmış, 'birazdan yağar, hırkam kurusun istemez şimdi' demiş.
Dini düşünce ile akılcı - felsefe arasındaki gerilim noktası nedenselliktir: Hadiseler zorunlu bir nedensellik yoluyla mı gerçekleşir yoksa Tanrı özgür iradesiyle dilediğini mi yapar? Filozoflar için Tanrı nedenlerin başıdır ve nedenler zinciriyle aleme düzeni yerleştirendir. O zaman Tanrı'nın iradesi ve fiili bu nedensel düzenin parçası olmalıdır. Sünni düşünce ile tasavvuf arasındaki güçlü bağ nedenselliğin reddiyle birlikte kurulur. Yağmurun insanın duasıyla yağabileceğine inanmak veya günahlar nedeniyle kuraklığın olabileceğini düşünmek, nedensellik yasasının reddedilmesi, en azından doğal nedenselliğin yerine ahlaki nedenselliği benimsemek demektir. Gerçekte yağmurun herhangi bir nedeni yoktur: Tanrı irade eder yağar; irade eder yağmaz. Yağmur yağmaması bir sınav, bazen günahlar nedeniyle insanların uyarılması amacı taşır. Bu nedenle istiğfar ile yağmur arasında bir ilişki tesis edilir. Bektaşi'nin karşılaştığı insanlar günahları nedeniyle Tanrı'ya yakaran, O'ndan yardım dileyen insanlar olarak nedenselliği reddedenlerdir. Kendisi ise bunun daha ileri bir noktasında durarak 'an' içinde Tanrı'nın iradesinin ortaya çıkabileceğine dikkatimizi çeker. Tanrı'nın nedensellik zinciriyle sınırlanmaması bir yana her an kullarına nazar ederek onların durumuna göre hareket eder. Çünkü Tanrı'nın âlemde nazar ettiği şey, âlem ve içindekiler değil, bizzat insanın kendisidir. Fıkra bunu anlatır.
Ekrem Demirli