'Peygamberlere önce yoksullar, köleler, ezilmiş insanlar iman eder.' Herhangi bir tespitin aynı anda olumlu veya olumsuz şekilde yorumlanabileceği örneklerden birisi bu cümlede beyan edilen düşüncedir. Bazı insanlar için tespitte dile getirilen durum dinin hakikiliğinin delilerinden birisi iken dinin muhalifleri için ise bu durum dinin eleştirildiği noktalardan birisini teşkil eder. Bu itibarla din üzerinde düşünen insanlar, öteden beri, dinin insanları nasıl etkileyebildiği meselesini tahlil etmiş, öte dünya inancının bu tesirde merkezi bir rol oynadığını düşünmüş, bu dünyada kaybedenlerin öte dünya inancını bir telafi yeri olarak gördüklerini iddia etmişlerdir. Öte dünya inancı kaybedenler için bir teselli ise söz konusu insanların dine yönelmesi dinin hakikiliğine değil, tahayyül oluşuna delil teşkil edebilir. Buna mukabil Mutezili bilgin Kadı Abdülcabbar peygamberliğin delillerini ele aldığı eserinde (Tesbitü delailü'n-nübüvve) dinin hakikiliğini ve Hz. Peygamber'in hak peygamber olduğunu müdafaa ederken dinin ilk müntesiplerinin kimliklerine atıf yapar. Din herhangi bir şekilde güç veya baskı yoluyla değil, zayıf ve çaresiz insanların samimi yönelmeleriyle yayılmış, dinin ilk cemaati bu yoksul ve kimsesiz insanların içtenlikli yönelimiyle oluşmuştur. Kadı daha çok Hz. Peygamber'in peygamberliği hakkında konuşmuş olsa bile başta Hristiyanlık olmak üzere Zerdüştlük, Hinduizm gibi geniş kesimlere yönelik hükümler getiren dinler bu kapsamda değerlendirilebilir. Vakıa bütün bu dinler, hem pratiklerindeki basitlik ve kolaylıkla hem söylemlerindeki merhamet, affedicilik ve hoşgörüyle 'tutunamayan' insanlar insanlar için bir 'ilticagah' ve teselli imkanı olarak görülmüş olmalıdır. Bu meyanda 'Din kolaylıktır' diye beyan edilmiş bir ilkenin din ile yoksul ve zayıf insanlar arasında irtibatı tesis eden bir ilke olduğunu söylemek mümkündür. 'Din kolaylıktır' çünkü din bilim, felsefe veya başka herhangi bir insani uğraş gibi yüksek kabiliyet, büyük emek gerektirmeden Tanrı'ya teslimiyet üzere kuruludur. Dinde insanlar daha zahmetsiz bir şekilde terakki edebileceklerini bilirler, her şeyden önemlisi dinde her zaman telafi imkanı verebilecek bir şey vardır.
Buna mukabil hem geçmişte hem günümüzde din ile bu sınıflar arasındaki ilişki eleştirilerin de kaynağı olmuştur. Meşşai filozoflar başta olmak üzere, dine yönelik hemen her yaklaşımın temelinde 'tutunamayan' insanların beklentileri, onların ertelenmiş hayalleri, kısaca onların yaşanmamış hayatları ile dindeki söylem arasındaki ilişkidir. Vakıa dünyaya eşitlik ilkesiyle geldiğini düşünen insanlar, düzenin bozuk olduğunu gördüklerinde bundan büyük mutsuzluk duymuş, daha çok da endişelerle ya düzeni değiştirmek istemişler veya sadece beklemek durumunda kalmışlardır. Her iki zümre de dinin söyleminde kendileri için bir imkan bulmuş, başta Tanrı inancı olmak üzere, ahiret inancı gibi ilkelerde 'yitirilmiş' zamanı ve ömrü telafi edebilme imkanlarını aramışlardır. Marksist din eleştirisinde dile getirilen 'din kitlelerin afyonudur' şeklindeki eleştiri bu bekleyen zümrelerin din telakkisine yönelik bir eleştiri olarak görülebilir.
Kadı'nın tespiti Hristiyanlık için tereddütsüz geçerli bir tespittir. Hristiyanlığı ilk kabul edenler yoksullar, kimsesizler, hastalar vs. gibi yeryüzünde bahtları gülmemiş kimselerdi. Hz. İsa o insanların dikkatlerini daha celbedebilecek mucizelerle gelmiş, hastaları iyileştirmiş, yiyeceklerini bereketlendirmiş, ölüleri diriltmişti. Öteki dinler de benzer bir kadere sahip olmuşlardır. Bunu dinlerin doğasını teşkil eden kabiliyeti göz ardı ederek her insana ulaşmak ve evrensellikle ilişkilendirmek mümkündür. Dinler kabiliyeti esas alan bilim ve felsefeler gibi seçkinci ve üst dil kullanmak yerine, herhangi bir özel kabiliyeti olmayan sıradan insanın idrak edebileceği ve yerine getirebileceği bir söylem ve kurallar manzumesiyle gelmiş, basitlik ve gerçekçilik ilkesinden hareket etmiş, bunun yanı sıra görevlerini yerine getirmeyenler için (ki böyle bir durum seçkinci ahlak anlayışında tolere edilmez) her zaman af ve tövbe kapılarını açık tutmuşlardır. Bu durum Hindistan'da ardışık olarak gelen dinlerde pekala gözlemlenebilir: Hindistan'da görece daha katı kurallara sahip dinlerin akabinde genellikle toleranslı ve basit kurallı geniş zümrelere hitap edebilen dinler gelmiştir. Herhalde zerdüştlük de aynı özellikte bir din olarak görülebilir. İslam da kabiliyet ve özel bir idrak düzeyi gerektirmeden her insanı daireye almayı amaçlayan kolay ve pratik bir din olarak kabul edilebilir. O zaman Kadı'nın iddiasını dinler için geçerli bir olgu kabul etmek mümkün olsa bile, onun varmak istediği bir eleştiri değil, tam tersine bir hakikat idi: Din sıradan insanlarca kabul edildiğine göre, o insanlar bu dinde bir hakikat gördükleri için bunu kabul etmişlerdi. Bununla birlikte İslam'ın ilk müntesipleri arasında yoksullar, kimsesizler kadar Mekke'nin itibarlı isimleri de vardır. Hz. Ebu Bekir, Hz. Hatice, çocuk olsa bile Hz. Ali bu isimler arasındaydı. Kadı'nın söylediği ilk örneklerle çelişiyor görünse bile, zaman içinde Mekke'de Müslüman sayısının pek artmamış olması onu doğrular mahiyettedir. O zaman dinin ilk müntesiplerinin daha alt ve yoksul sınıflar olduğunu kabul etmek gerekiyor. Fakat bu durum başka bir soruyu sormayı gerektiriyor: Acaba din söz konusu insanlara dünyada bekledikleri düzeni veriyor mu, yoksa arzuları ahirete mi tehir ediyor? Bundan daha önemli bir soru da şu olabilir: Acaba dinin ilk müntesipleri dinin söyleminin belirlenmesinde başat bir rol oynamış mıdır, yoksa din muhataplarından bağımsız bir söylem mi getirmiştir?
Bunları ele alacağız.
Ekrem Demirli