Hz. Peygamber bir hadis-i şerifinde evlilikte dört hasletin dikkate alındığını beyan ederek, bunları asalet/nesep, zenginlik, güzellik ve dindarlık olarak zikretmiş, akabinde de 'siz dindarlığı seçin' diyerek din ile gelenek arasındaki farkı göstermişti. Bu hadisi dinin vakıa ile ideal arasında şekillenen gerçekliğinin bir örneği olarak okumak mümkündür. Hz. Peygamber bir yandan insanların evlilik gerekçelerini geleneksel haliyle tadat ederken öte yandan dinde amaçlanan ideal durumu tespit ederek dindarlığın ortaya çıkardığı 'erdem' hiyerarşisine dikkatimizi çeker. Hiç kuşkusuz nesep meselesini ele almada bu hadis belirleyici bir rol oynamaz, fakat ortadaki sorunu fark etmemize katkı sağlayabilir. Nesep ve asalet hadislerde bir çok bağlamda zikredilmiş, bazen olumlu atıflarla zikredilmiş olsa bile, genellikle Arapların kibirlerinin bir göstergesi olarak takbih edilmiştir. Bu meyanda dikkate değer hususlardan birisi bizzat Hz. Peygamber'in nesebine atıf yaptığı bazı hadislerdir. Hz. Peygamber bütün nesillerde 'nikah' ile süregelen bir aile geleneğine sahip olduğunu beyan ederek bununla iftihar etmediğini söyler. İnsanların en asilinin bir yetim olarak doğmuş olması başlı başına bir paradokstur.
Eski toplumlarda asalet ve seçkinlik doğumla gelen bir ayrıcalıktı. Başka bir anlatımla insanlar ruhları bakımından seçkin veya sıradan diye ayrışıyor, doğuştan eksik olan insanlar ise bir daha bu farkı kapatma imkanı bulamıyordu. 'Nesebin vermediği hasep ile elde edilmez' bütün kadim toplumların ortak kabulü sayılır. Kadim toplumlardaki bu imtiyazlı yapının bazı izleri çağdaş dünyada da görülse bile genellikle modern toplumlar, 'avam' yani sıradan insanın egemenliğine dayanır. Bu itibarla geçmiş toplumlardaki ontolojik ayrım modern çağlarda anlamını büsbütün yitirmiştir veya en azından ana akımda kendine ikna edici bir yer bulamaz. Modern çağın asalet ve seçkinlik anlayışı daha dünyevi nedenler ve kabiliyetle ilgilidir.
Kadim toplumların asalet ayrımlarının bilinen en iyi örneği Hint toplumlarındaki kast sistemidir. Kast doğuştan gelen ayrıcalıkla insanların aşamayacağı toplumsal statüyü belirtir. İnsanın bulunduğu sınıfı aşabilmesi ya özel bir ahlaklanma yolu veya reenkarnasyon ile mümkündür. Bu sınıfsal yapı farklı derecelerde dünyanın öteki kısımlarında da yaygındı. Grek filozofları benzer bir sınıfsal yapıyı onaylamış, toplum, filozoflar, askerler, tüccarlar ve köylüler olmak üzere dört sınıf dahilinde tasnif edilmişti. Burada da kabiliyet ve doğuştan gelen özellikler belirleyici olduğu kadar bir insanın bulunduğu sınıfı aşması ya hiç mümkün değil veya istisna olarak kabul ediliyordu.
Öte yandan sınıfsal yapı sorunu sadece toplumdaki paylaşımlarla veya iktidar ilişkileriyle sınırlı dünyevi bir hadise değildi, bunu bilmek gerekir. Toplumsal sınıf dini ve ahlaki bir hakikat kabul edilmiş, bunun üzerinden insan tanımları ortaya çıkartmış, bu sınıflamanın ebedi ve ezeli olduğu düşünülmüştü. Bu sınıflama ezelidir çünkü Tanrı insanları ezelde seçmiş ve statülerini belirlemiştir; ebedidir çünkü burada asil olanlar ölümden sonra varlıklarını koruyabilecek olanlardır. Galiba kadim aristokrasinin modern dünyada anlaşılması en çetin kısmı burası olduğu kadar dinin bu aristokratik yapıya müdahalesi de burayla ilgilidir. Böyle bir anlayış dahilinde insan hakkındaki bütün tanımlar, bütün beklentiler, gerçek insanlar için geçerliydi. İnsan düşünen canlıdır denilince bununla kast edilen böyle bir imtiyazla ve kabiliyetle donatılmış olanlardı. Bunun ütesindeki insanların ne teorik ne pratik akılla yetkinleşmesi mümkündü. Böyle bir yetkinlikle mücehhez olmak mümkün değilse insanın ebedileşmesi mümkün olmayacaktır. Bu durumda beka ve ebedi hayat -buna korkuların ortadan kalkmasının temin ettiği kemal ve saadet demek mümkündür- ancak belirli bir azınlığın imtiyazı olabilir, sıradan insanlar/avam ise bu hikayede var ile yok arasında değerlendirilirdi.
Dinlerin özellikle de Hristiyanlık ve İslam'ın insanlar tarafından hüsnü kabul görmesini -hidayet meselesini paranteze alırsak- tam olarak insanlar arasındaki eşitliğin ontolojik olarak bozulduğu bu seçkinci ve sıradan insan ayrımıyla ilgili görmek gerekir. İnsanlar arasında nesebe bağlı bu eşitsizlik ve bazı insanların 'gerçekte insan olmayışı' iddiası insanlık vicdanında telafisi imkansız bir dert bırakmıştır. İnsan suretinde doğup gerçek bir insan sayılmamaktan daha büyük bir sıkıntı olabilir mi? Hristiyanlık ve İslam bu eşitsizliği -en azından- ilkesel düzeyde yıkarak var oluşta ve yaşamada 'eşitlik' ilkesini getirdiğinde, farklı sınıflardaki insanlar ilk kez 'insan' yerine konulmuş oldu. Üstelik herkese eşit insanlar olarak bakabilmek, dindarlığın ve ahlakın miyarı kabul edildi.
İslam bu eşitliği korumak için bir çok tedbire başvurdu, hukuk, ahlak alanlarında dikkatimizi eşitlik ilkesine riayete çekecek kuralları tadat etti. Her şeyden önce doğuştan gelen özellikleri insanlar arasında bir ayrımcılık ve üstünlük vesilesi olarak görmek yerine, Allah'a karşı bir sorumluluk sebebi sayarak insanın üzerine yük olarak tevdi etti. Bu itibarla insanın doğuştan getirdiği her kabiliyet onun üzerinde yüktür ve herkes kabiliyetinden dolayı Allah'a karşı sorumludur.
Ekrem Demirli