Ünlü sosyolog A. Tocqueville Amerika'da Demokrasi isimli eserinde serbest rekabet üzerine kurulu Amerikan toplumunun zenginliğe ve refaha ulaşabilme imkanlarını tahlil ederken uzun yıllar sınıfsal yapıların statik hale getirdiği Hristiyan Avrupa'daki bir çelişkiye dikkatimizi çeker: "Avrupa'da" der Tocqueville, "asırlar boyu statik bir toplumsal yapı hakimdi ve babadan oğula el değiştiren feodal yapının değişebilmesi söz konusu değildi." Her şey sabit ve durağan bir şekilde devam eder, her insan bulunduğu toplumsal yapıda kalırdı. İnsanın bulunduğu sosyal sınıf ne olursa olsun onu aşmak, bilhassa da toplumda üst sınıflara çıkabilmek normal yollarla pek mümkün değildi. Fakat alt sınıflardan gelen yoksulların önlerindeki engelleri aşabilmesinin ve daha üst katmanlara tırmanabilmelerinin esaslı bir yolu vardı: Kiliseye intisap etmek. Din adamı olmak üzere kiliseye intisap eden yoksullar ve alt sınıflardan gelen çocuklar, zamanla toplumun üst katmanlarına çıkabilir, toplumsal hayatta krallar gibi bir iktidar devşirebilir, sınıfsal yapıların iktiza ettiği determinist yapıyı aşabilirlerdi. Bunun dışında toplumda ilerleyebilmelerinin imkanı yoktu. Bu yaklaşıma bazı istisnalar üzerinden itiraz yöneltilebilir belki. Çünkü bilim yolu gibi veya başka birtakım alanlar da insanlara dinin açtığı alan gibi bir alan açabilirlerdi. Nitekim bu durum özellikle İslam toplumunun erken evresinde sıkça yaşanmış, 'mevali' denilen köleler ve Arap olmayanlar toplumun üst sınıflarına bilim yoluyla yükselmişlerdi. Bununla birlikte vakıa ve tespit değişmiyor: Tocqueville'nin tespiti üzerinden Hristiyanlığın gelişim seyrini takip edebiliriz.
Hristiyanlık başlangıçta kadim dünyanın tam anlamıyla bir reddi olarak doğdu. Modern terimlerle anlatacak olursak Hristiyanlık, bütün insanlar arasında eşitlik, insan olmanın anlamı, kabiliyet ve zaaflardan dolayı dışlanmanın ve aşağılanmanın yol açtığı sorunlara karşı tam bir başkaldırma içinde barındırıyordu. Hristiyanlık horlanmış ve dışlanmış insanları hayata döndürmek, bütün insanları Tanrı'nın sofrasında bir kılmak üzere gelmiş bir dindi. Hz. İsa'nın mücadelesinin en çok kadim dini gelenek içindeki kısmı akla geliyor. Gerçekte bile Hristiyanlığın devrimsel mücadelesi sadece dini gelenek karşısında kuşatıcı bir tutum takınmakla açıklanamayacak kadar önemlidir. Bir din olarak Hristiyanlık, insanı insan olarak görüp onu hor görmemek ilkesiyle zayıfları, kimsesizleri, yoksulları, köleleri farklı kesimlerle bir araya getirebilmenin dilini oluşturdu. Bu yönüyle kadim dünyada sınıfsal olan ne varsa veya sınıfları ortaya çıkartan hangi özellikler varsa Hristiyanlık bunları reddederek başka bir değerler kümesi getirdi. Üstelik oluşturduğu söylem trajik unsurlardan beslenerek insanın başından sona kadar sıkıntılarla örülmüş yazgısını anlattı. İslam her ne kadar Hristiyanlığın beslendiği trajik mirası tevarüs etse bile Hristiyanlık tam anlamıyla yas tutma ve ağlama üzerine bir söylem kurdu: Zekeriya Peygamber şehit edilmişti, Hz. Yahya şehit edildi, Hz. Meryem iftiraya uğradı ve Hz. İsa çarmıha gerildi. Çarmıha gerilmek ilahi bir iradenin tecellisi olsa bile en yakındaki insanın ihanetiyle gerçekleşmişti. Bu durum Hz. Yusuf'un ihanete uğramasının bir benzeri gibi trajedinin daha büyümesine yol açtı.
Hristiyanlık yaklaşık üç asır dağlarda, ıssız bölgelerde yaşama imkanları aradı, dindar insanlar büyük ıstıraplar yaşadı, egemen bir toplumun baskıları altında inançlarını koruma çabası gösterdiler. Hepsinden önemlisi ise yerleşik bir toplumsal yapı gözüyle pagan dini ve ahlaksız bir hareket olarak -ki devrimci olmasıyla yakından ilgilidir bu husus- sürekli dışlandı ve aşağılandı.
Bir insan dine bakınca Tanrı'yı, öte dünyayı ve yüksek ahlakı görür. Hükümdar dine baktığında ise yönetmek için elverişli bir yapı ve araç görür. Romalıların Hristiyanlıkla tanışmaları bu ikisini bir arada getirmiş olmalıdır: Bir yandan din olarak Hristiyanlığın hakikatini keşfettiler, öte yandan bir siyaset aracı ve kitleleri sürükleyen söylem olarak Hristiyanlığın zengin imkanlarını keşfederek imparatorluğu yaşatmanın yolunu Hristiyanlığın uzlaşmacı sıcak dilinde buldular. Bundan sonra Hristiyanlık Romalı olma sürecine girdi, Petrus'un kemiklerinin üstünde Kilise binasını inşa etti. Hepsinden önemlisi A. Tocqueville'nin söylediği gibi insanlara toplumsal sınıflarda tırmanabilmek için elverişli bir merdiven gösterdi. Hz. İsa'nın göklere çıktığı merdiven yeni süreçte bir çok insan için toplumsal sınıflarda tırmanmanın aracı olacaktı. Marks'ın 'Alman idealistlerinin gökte kurdukları sistemi yere indirdik' dediği gibi bir çok insan İsa'nın göğe çıktığı yoldan toplumsal sınıfların zirvesine yükselmeyi öğrendi. (Bunu söylerken İslam'ın bu araçsallaşma sürecinden tamamen korunduğunu söylemiyorum. Her din bu sürece az çok tabidir ve her din insanlara kolay yoldan 'iktidar' imkanları bahşedebilir).
Hristiyanlık bu süreç dahilinde teolojik olarak bir değişim yaşadı, başlangıçtaki ilkelerinin yerini yeni yaklaşımlar aldı, insanlığa getirdiği eşitlikçi ve kardeşlik anlayışı yerini 'Hristiyanların kardeşliğine' döndürdü. Müslümanlar bu süreçte yaşanan değişimi bir değişim hatta bozulma ve tefessüh olarak kabul ederken haksız değillerdir. Bozulmanın temelinde trajedinin büyültülmesi ve söylemin etkisinin güçlendirilmesi için İsa'nın kimliğinin yorumlanması teşkil ediyordu. Yeni yorumda Hz. İsa gerçekte bir insan veya peygamber değil, Tanrı'nın oğlu olacaktı. Tanrı oğlunu kullarına dönük merhametini göstermek üzere feda etmiş, onun insanlığın günahlarını yüklenmesini sağlayarak kullarını 'dünya zindanından' kurtaracak yolu göstermek istemişti. Hristiyanlığın başladığı noktadan tamamen başka bir yere savrulmasının temel nedeni bu değişimdir: Dinin merkezinde İsa yani Tanrı'nın oğlu olunca onu kabul etmeyen öteki insanlar, bazen ateist bazen müşrik kabul edilerek 'dindar' sınıfının dışına itildi. Bu durumda kendi içerisinde merhameti, adaleti, eşitliği savunan Hristiyanlık öteki insanları 'ateist', müşrik sayarak başladığı noktadan uzak bir yere savruldu.
Bugün Hristiyanlığın Müslümanlar başta olmak üzere öteki dinlerle ilişkisindeki en ciddi sorun bu yaklaşımdır. Bu yaklaşım neticesinde Müslümanlar, gerçek bir Hristiyan için, ateisttir, müşriktir, nikahı olmayan ahlak yoksunudur. Hristiyanlığı kibirli kılan işte bu inanma tarzıdır.
Ekrem Demirli