Hem peygamberliğine iman etmiş hem de eş olma şerefine nâil olmuştu, Hz. İbrahim'e… Bir gün, yaşadıkları Ken'an beldesinden başka topraklara hicret etmeleri gerektiğini öğrendiğinde, yavrusu İsmail henüz süt emme çağındaki bir bebekti… Hazırlandı; ve bir deveyle düştüler yola... Hz. İbrahim, (as) yavrusuyla birlikte onları Faran Dağlarının çevrelediği Mekke vadisine bıraktığında, uzaklardaki Cürhüm kabilesinden başka kimseler yoktu o yörede… Ebu Kubeys Dağının eteklerinde, çölde yetişen ağaçlardan birinin gölgeliğine indirdiler eşyalarını…
Hz. İbrahim'in dönüş için hazırlandığını görünce tereddütle sordu: "Bizi burada bırakıp mı gidiyorsun?.." Cevap alamadı sorusuna… Sonra tekrar sordu: "Sana böyle yapmanı Allah mı emretti?" Hz. İbrahim (as) bu soruya "Evet!" cevabını verince, büyük bir sükûnet ve teslimiyet içinde şunları söyledi: "O zaman bizi koruyacak da O'dur. Bize sahip olacak da…"
Bu sözleri söyleyen genç bir anneydi. Yaratılıştan derisinin rengi siyah bir Mısırlı… Sonradan statüsü hizmetçilik olan ve fakat "Son Nebi"nin ataları olan Hz. İbrahim'e eş; Hz. İsmail'e anne olan Hz. Hacer'di…
Yalnızdı artık. Gönlünde Rabbine eşsiz bir teslimiyetin verdiği sükunetle geceleyip sabahladı… Ancak kısa bir süre sonra azığı tükenmeğe yüz tutmuş, kırbasındaki su bitmişti… Lâkin su içmeliydi ki, yavrusuna da süt verebilsin. Bu nedenle su, hem kendisi hem de yavrusu için elzemdi… Rabbine yalvardı, gönülden, yüreğinin tâ derinliklerinden, ona yardım etmesi için… Ancak su bulma hususunda kendince de bir şeyler yapmalıydı. Çaba sarf etmeli, gayret göstermeliydi… "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. Ve mutlaka çalışmasının karşılığını görecektir" (Necm, 39-40) buyuran Allah Teâlâ, Hâcer kulunun gönlüne de "bir şeyler yapması gerektiğini" ilham etmişti. Kalktı, bir kayalığı kestirdi gözüne… Tırmandı usulca ve tepesine çıktı. Elini gözüne siper edip uzaklara baktı. Belki bir geleni görür de seslenir, su ister diye… Kimseleri göremeyince indi yavaşça… Yakınındaki yavrusunu kontrol etti ve karar verdi karşıdaki kayalığa gitmeğe… Kâh koşar adımlarla, kâh nefesi tükenince yürüyerek ulaştı diğer kayalığa… Yine tırmandı, yine baktı tepesinden uzaklara… Ama nâfile… Ne gelen var, ne giden… Fakat Hâcer, vazgeçmedi, suyu arayışından… Ümidini kesmedi Rabbinden… Bir kadın zâfiyeti, anne kudretine dönmüş; dizlerine derman, gözlerine fer, ciğerlerine nefes olmuştu. Böylece tam yedi kez koşmuştu Hâcer, iki tepenin arasında… Kâh koşmuş, kâh gücü tükenince yürüyerek kat etmişti sıcak çölü kumlarını, asla ümidini yitirmeden, emr ü fermanına teslim olduğu Rabbine… Sonunda Allah Teâlâ, Peygamberlerine gönderdiği Melekler Şâhı Cebrail'ini, çaresiz kulu Hâcer'e gönderme lütfunda bulunmuştu. Hz. Cibrîl, onun için inmişti yeryüzüne…
Bir ses duydu Hâcer… Belki Cibril kanadının sesleriydi bunlar... "Seni duyuyorum. Suya çok ihtiyacım var. Kimsen lütfen bana yardım et!" diye yalvardı Hâcer… Onun için Şanlı Meleğini indiren Allah; bu zayıf, bu âciz kulunu; bu şefkatli anneyi, bu teslimiyet dolu yüreği, şimdi ummadığı bir şekilde ödüllendirecekti... Birden İsmail'in yanı başından, çölün sıcak kumlarının arasından bir su fışkırdığını gördü… Şaşkınlığını üzerinden atıp koştu hemen… Suya kavuşmanın verdiği sevinç, onu kaybetme endişesiyle birleşince elleriyle akan suyu kumlarla çevrelemeye çalıştı. Bir damlası zâyi olmasın diye… Asırlar sonra yavrusunun neslinden gelen Son Nebi, onun bu endişesini ve kendince tedbir alışını şöyle anlatacaktı ümmetine:
"Allah, İsmail'in annesine rahmet eylesin. Şayet o, kumların arasından fışkıran Zemzem'i eliyle çevrelemeyip, kendi haline bıraksaydı, Zemzem bir nehir olup akacaktı…" Belki bir nehir olup akmadı, ama bir değil, sayısız nehrin taşıyacağı suyu, asırlardır Ümmet-i Muhammed'e sundu, Zemzem kuyusu…
Rabbine hamd ederek serin bir kuyunun farklı lezzetteki suyu gibi olan Zemzem'i, -bugün bizler nasıl kana kana içiyorsak- Hz. Hacer içti, içti… Yavrusuna da içirdi. Nebiyy-i Muhterem (sav) Efendimizin mübarek dudaklarından dökülen ifadesiyle, "Hangi amaçla içilirse, Zemzem işte onun içindir. Aç kimse için gıda, susayan için su…". Hâcer için de hem gıda hem su oldu Zemzem… Dahası, kuşların inip kalktığını gören uzaktaki Cürhüm kabilesine mensup kimseler, suyun varlığına dair bu işareti araştırmak maksadıyla geldiklerinde, çölün ortasında Zemzem'in varlığını hayretler içinde gördüler. Dürüst ve mürüvvetli insanlardan oluşan bu kabile, suyun sahibi olarak kabul ettikleri Hz. Hâcer'den izin istediler, sudan istifade için… Memnuniyetle bu izni verince, Allah Teâlâ, onu ve yavrusunu, kadir-kıymetini bilen kimselerin komşuluklarına ve himaye etmelerine kapı araladı. Kısa bir süre sonra Zemzem suyu sayesinde artık bir beldeye dönmüştü, Mekke…
Hz. Hâcer'in, hiç ümidini kaybetmeden Allah'a büyük bir teslimiyet ve tevekkülle, yavrusu için hayati öneme sahip olan suyu araştırmak-bulmak adına gösterdiği çaba; sa'y ü gayret, Araplar arasında yaşayan ve yaşatılan bir hatıra olarak nesilden nesile tevarüs etti… Cahiliye döneminde Mekkeliler tarafından devam ettirilen bu uygulama, onların bu iki tepenin her birine birer put yerleştirdikleri için tevhid inancına ters bir hale getirilmiş ve bu durum Ashab-ı Kiram'da bir tereddüt oluşturmuştu. Konuyla ilgili nâzil olan ayet-i kerime, müminlerin gönlünü müsterih kılacak ifadelerle yüklüydü. Şöyle buyuruyordu Allah Teâlâ:
"Şüphesiz Safâ ve Merve, Allah'ın nişanlarındandır. Dolayısıyla kim hac veya umre maksadıyla Beytullah'ı tavaf ederse, onun bu iki tepenin arasında sa'yetmesinde hiçbir sakınca yoktur. Kim Allah için bir güzel amelde bulunacak olursa, bilsin ki, Allah, kulunun ameline en güzel karşılık veren ve kulunun ne işlediğini de en iyi bilendir." (Bakara, 158)
Dolayısıyla, Allah Teâlâ, sa'y işleminin bir şiar (güzel sembol) olduğunu ifade etmekte ve bu sembolün müminler tarafından yaşatılmasını irade buyurmaktaydı. Bunun için Sa'y, İslam şeriatinde Hac ve Umre'nin gereklerinden biri olarak kabul edilmişti.
Değerli okuyucum.
Bugün hacc veya umre maksadıyla Beytullah'ı tavaf eden her bir mümin, ardından sa'y vazifesini yerine getirmektedir. Ancak gözlemlerimize dayanarak şunları söyleyebiliriz ki, "niçin sa'y ettiğinin bilincinde olmamak ve ne okuyacağının bilgisine sahip bulunmamak" sebebiyle sa'y ibadeti "yorucu bir iş" gibi görülmektedir. Halbuki, sa'yin her bir şavtında okunan duaların anlamına vâkıf olarak okunması bile, iki tepe arasındaki her bir gidiş ve gelişin, çok farklı bir manevi atmosfere dönüşmesine vesile olması mümkündür.
Sa'yin öncesinde ve sonrasında şunları da düşünmekte fayda vardır:
Bilinmelidir ki, ten rengi siyah, sosyal statüsü köle olan bir kimse iken gönlündeki eşsiz teslimiyet, yüreğindeki engin tevekkül, kalbindeki sarsılmaz iman ile Hz. Hâcer, Rabbimizin müstesna bir "güzel kulu"dur. Onu değerli kılan bu özellikler, asırlar sonra gelen her bir kimseyi de değerli kılacaktır.
Bilinmelidir ki, Rabbine sığınıp kimsesizliğe sabrettiği için onu koruyan ve muhafaza eden Allah, sonunda vefat ederek burada defnedilen bu değerli kulunu, nasıl kendi evinde; Beytullah'ta "Hicr" denilen yerde, âdeta asırlardır "misafir" ediyorsa, kendine sığınan hiçbir kulunu da asla zayi etmeyecektir!..
Bilinmelidir ki, Allah'a güvenerek, O'na sığınarak, yavrusu için su bulmak maksadıyla döktüğü terler karşılığında Hz. Hâcer'e Zemzem'i lûtfeden Allah, bu mesafeyi af ve bağışlanma dileyerek kat eden kuluna da, döktüğü ter karşılığında günahlarından arınma mükafatını ihsan edecektir.
Sa'y dualarını ele alacağımız yazımızda buluşmak üzere, cumanızı tebrik; ve Ümmet-i Muhammed'in ümit ışığı Şanlı Ordumuza nusret ve zafer nasib etmesini Yüce Rabbimizden niyaz ediyoruz.