Dün akşam internet sitelerine düşen haberle şok oldum. Önce inanamadım, inanmak istemedim. Fakat haber gerçekti. Geçirdiği trafik kazası sonrası hayatını kaybetmişti. Derin bir kedere boğuldum. Tabi uzun yıllara uzanan dostluğumuz da aklımdan şerit gibi geçti.
İlk tanıdığımda henüz Galatasaray Lisesi'nde öğrenci idi. Geçen ay vefat eden M. Şevket Eygi Beyefendi'nin ofisinde görmüştüm (1974 veya 1975 yılları olmalı) ve yıllar boyu süren arkadaşlığımız böylece başladı. Demek ki 45 sene olmuş.
İşin enteresan yanı son görüşmemiz de yine rahmetli üstadın cenazesinde oldu. Cenazeden bir gün önce Şevket Ağabeyin vefat haberini telefonla verdiğimde çok üzüldü ve Van'da olduğunu, cenaze merasimine geleceğini söyledi. Cenaze namazına da, Merkez Efendi Cami haziresindeki mezarlığa define de katıldı, orada kısa sohbet yaptık.
Hayatı boyunca hızlıydı, gayretliydi. Daha o zamanlar ülkemiz için bir şeyler yapma azmi ile dolup taşıyordu. Lisede okurken tarihçi olmayı hedeflediğini ve Osmanlı dönemi üzerine yoğunlaşmayı planlıyordu. Hayatını, hedeflerini belirlemişti ve hep aynı çizgide, aynı heyecan ve istekle yürümeye devam etti. Üniversiteye intisap ederek akademisyen oldu, öğrenci yetiştirdi. Osmanlı coğrafyası ve Orta Doğu onun ilgilendiği, uzmanlığı olduğu konulardı. Zaten Fransızca ve İngilizce biliyordu, bir süre Suriye'de (Şam) kalarak Arapça da öğrendi. Ayrıca Orta Doğu'yu tanımak için o bölgelere defalarca seyahat etti, insanlarla iç içe oldu. Onun mal mülk kazanayım gibi hiç derdi olmadı. Millet aşkına, davası uğruna ömrünü geçirdi.
Ancak hedeflerini hayata geçirmek için akademisyenlik ona dar geliyordu. Bir süre Turing Kurumu başkanlığını yaptı. Daha sonra Ayasofya'nın ve Topkapı Sarayı'nın müdürlüğü görevlerinde bulundu.
Çok dolaşıyordu, gezen bilir sözünü hayatına düstur edinmişti. Onun rehberliğinde yaptığımız seyahatleri de unutmam mümkün değil. Çok yer dolaştık birlikte. İlk aklıma gelenler: Kırım, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Makedonya, Sırbistan, Hırvatistan, Yemen, Arnavutluk.
Dediğim gibi Osmanlı coğrafyasına hâkimdi, oralardaki kavimleri ve Osmanlı eserlerini çok iyi biliyordu. Ekibe sohbet tadında o kadar ayrıntılarıyla anlatırdı ki zevkle dinler, çok şey öğrenirdiniz. Ancak konuşmasının başında herkesin dikkatle dinlemesi gerektiğini söylerdi. Sonra da herhalde akademisyenliğin verdiği alışkanlıkla grubu anlattıklarından imtihana tabi tutacağını eklerdi. İstediği cevabı alamadığında azıcık kırgınlıkla 'olmadı, siz beni dikkatle dinlememişsiniz' derdi.
O kadar geniş ve derin kültürü olan çok az insan tanıdım. Gerek gezilerde gerekse televizyon programlarında onu hayranlıkla dinlerdiniz. Adeta kültür deryası idi. Meselâ onun rehberliğinde yaptığınız Boğaz gezisinin tadına doyum olmazdı. Önce Asya kıyısından anlatarak gidilir, sonra Avrupa tarafından dönülürdü. Rota boyunca gördüğümüz yalıların ilk sahiplerini ve hikâyelerini ayrıntılarıyla anlatırdı. Sadece yalıları değil başta camiler olmak üzere tarihi eserleri, kasır ve köşkleri, ayrıca bitki örtüsünü ve florayı da bir üniversite hocası edasıyla tatlı tatlı sıralardı.
Bu kadar onunla gezince taşıdığı bilginin, engin kültürünün zenginliğine hayran olurdunuz. Bir de bana, 'bak doktor kendimde unutkanlık sorunu görüyorum, ne dersin ne yapmalıyım?' demez mi? Kendisine, "Hocam şaşırdın mı? Aklında tutmadığın isim, eser, kişi, tarihi olay yok. Kronolojik sırayla karıştırmadan, teklemeden ve isimleri atlamadan anlatıyorsun. Geç bunu." diye cevap vermiştim.
Bir gün bel ağrısı çektiğini, şimdi eski popülaritesi kalmamış ünlü bir beyin cerrahının mutlaka ameliyat olması gerektiğini söylediğini aktarmıştı. Kendisine ortak dostumuz nöroloji uzmanı Dr. Ali Akben Bey görmeden sakın ameliyat olmamasını söylemiştim. Dostumuzun tavsiye ve ilaçlarıyla ağrıyı atlattı, rahatladı. Daha sonraki gezilerimizde, "Gördüğünüz gibi iyiyim, ayaktayım. Sizin meslektaşlarınıza uysaydım bıçağın altına yatacaktım" diye takılırdı.
Bir ara Sağlık Yolu diye bir dergi (12 sayı yayınlayabilmiştim) çıkarmıştım. Ondan da yazı isterdim ve her defasında verirdi. Üstelik derin gözlem ve geniş bilgi gerektiren kaliteli yazılardı bunlar.
En son (tahminim vefatında 2 ay kadar önceydi) Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı olduğunda İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bahaeddin Çolakoğlu ve önceki Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Şahin hocalarımızla hayırlı olsun ziyaretine makamına gittik. Bizi sıcak karşıladı ve uzunca sohbet imkânı bulduk.
Makamı Ulus'ta Gençlik Parkı yakınlarındaki tarihi bir binadaydı. Burayı restore ettirip makam odası olarak kullandığını, uzun yıllar bu odanın boş olduğunu anlatmıştı. En son şehit bakan Gün Sazak'ın makam odası olarak fonksiyon gördüğünü söylemişti. Kaderin garip cilvesine bakın ki kendi de o makamda iken şehit (inşallah) oldu.
O görüşmede bize önemli hususlar anlatmıştı. Haluk Dursun hocamız, bir kaç sene önce Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesinde konuşma yaparken yaşadığı bir anısını da şu sözlerle ifade etmişti:
"Genç bir kız öğrenci söz istedi ama muhalefet dozu yüksek heyecanlı bir şekilde, 'Sizin burada ne işiniz var? Ben sizin yaptığınız çalışmalara baktım, siz Tuna tarihçisisiniz, sizin hayatınız Tuna'yla geçmiş. İkinci kitabınız da Nil. Nil'le ilgili de çalışmışsınız. Sizin hayatınızda Dicle yok. Siz Dicle'siz bir tarihçisiniz, o yüzden sizin burada bulunmaya hakkınız yok, konuşmaya hiç hakkınız yok' dedi. Bütün akademik unvanlar bir tarafa gidiyor tabii.
'Tamam, bir dakika haklısın ama biraz dinle. Konuşmayı nerede yapıyoruz? Dicle Üniversitesinde yapıyoruz. Kampüsün içerisinden Dicle geçer. Ben buraya nereden geldim? Cizre'den geldim, Cizre tam bir şehirdir ve tam bir Dicle şehridir. Bir gün önce de Hasankeyf'te idim. Batman, oradan da yine Dicle gelir. Demek ki gözümüz Dicle'de ama gönlümüz de Tuna'da. Bunda da bir zarar yok günah yok ama haklısın bu bir gecikme, bu bir tehir. Zaten her işin, her vazifenin rehine bırakılmış bir vakti vardır. 'Vakti şerif' denir zaten ona. İşte o vakti şerif gelmiş ben Dicle'de sizle bugün beraberim.' dedim. Sonra gösterdim, gençlerin hepsi zaten aynı frekans gençler. 'Siz Dicle'nin kuzularısınız ve siz Dicle'nin kuzuları bize emanetsiniz. Haklısınız geç kaldık bu emanete sahip olmakta ama bundan sonra sizinle hep beraber olacağız ve bu bölgede Dicle'nin, Murat'ın, Karasu'nun, Zap Suyu'nun, Aras'ın kuzularını çakallara kaptırmayacağız.' dedim. Çakallara kaptırmamak için onlarla hemhal olmak, hemdert olmak ve beraber olmak lazım."
***
Bu hadiseden ders çıkardığını, sadece bu bölgenin değil genelde gençlerimizin yeterince sahiplenilmediğini, bunda da kabahatin bizde olduğunu gördüğünü ifade etmişti. "Bundan sonraki hayatımı bu minval üzere geçirmek, gençlere daha çok eğilmek istiyorum. Yapacağımız, yapmamız gereken o kadar çok şey var ki" demişti. Ancak arzusuna nail olmaya ömrü yetmedi. Tabi ki idarecilerimiz, kültür insanlarımız ve bizler onun yolundan gidip vasiyetine uymalıyız diye düşünüyorum.
Bizi aşağı inerek giriş kapısına kadar yolcu etmişti. Mütevazi kişiliği vardı.
45 yıllık dostluğu bir yazıya sığdırmak zor. Bu kadarla yetinmek istiyorum. Rabbim merhametiyle muamele etsin. Mekânı cennet olsun…
Prof. Dr. Sefa Saygılı