Kutsallık - Dünyevîlik çatışması
i- Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyetinin Bellibaşlı Belirlenimleri
Geniş anlamda din ile insan yaşamasının tamamı tümüyle iç içeydiler. Köyünüze yahut obanıza ulaşmak amacıyla dereyimi geçeceksiniz, denize açılmak gâyesiyle kütükten bir teknemi imâl edeceksiniz, ağaçmı keseceksiniz, karnınızı doyurmak maksadıyla avlanacakmısınız, barınakmı inşâa ediyorsunuz?...
Bütün bu ayrı ayrı işlerin gerektirdiği farklı etkinliklerin her biri aynı zamanda itikâdi ameller, yani ibâdettirler. Sözgelişi, ağacı devirmeden önce, ona sarılıp onu okşamak ile öpmek fiilleri, kesmek etkinliğinin bütüncül (Fr integral) parçasıdırlar. Teknenin inşâası sırasında yakılan tütsüler, okunan dualar da, inşâa etkinliğine yamanmış ek fiiller değildir. Burada sanılacağı üzre, yalnızca kamlık (şamanlık), cancılık (animism) çeşidinden itikât manzûmelerinden bahsetmiyoruz. Müslümanlıkta dahi, Allah adıyla söze girmek veya işe koyulmak gibi, 'söz', etkinliklerle yoğrulur, onların ayrılmaz parçası hâlini alır. Bünyesinde hatırı sayılır miktarda, canlıcı (animist) unsur taşıyan Hırıstıyanlık, 'söz'ün yanısıra, vaftiz, takdis gibi, töre değeri hâiz amelleri, günlük edimlerin doğal akışına bırakır. Bütün bunlar pek tabiidir; zirâ her şeyin, görüp işittiklerimizden, koklayıp tattıklarımız ile işitip duyumladıklarımızdan ibâret kalmadığı âşikârdır. Başka türlü söylersek, fizik ortamda yaşayan insan, yaşamanın, fizikötesi bir devâmının da olması gerektiğinden emindi. Tıpkı, gündüzün uyanıkken yaşanıp da geceleyin uyunuyor diye, yaşamadan ayrılınmadığı gibi. Olan nedir? Değişik biçimde yaşanılanın farkına varılmasıdır. Uyku, hele ruyâ, farklı bir bilinç hâli olduğu bile söylenebilir.
Yukarıda belirtildiğince insanlığın, bilebildiğimizce, en eski çağlarından beri hayat ile tabiatın her zerresinde ruhânilik ile kutsallık vargörülegelinmiştir. İşte 1600lerin Kuzey batı Avrupasında bu hâlin, gerilediğine, nihâyet 1700lerin ilk çeyreğine vardığımızda da insanın yaşama gündeminden iyice düşmeğe yüz tuttuğuna tarihte ilk defa tanık oluyoruz.
Hiç öyle bir niyet beslememiş olmakla birlikte, bu yeni çığırı İtalyan doğa araştırmacısı, matematikcisi ve filosofu Galileo Galilei (1564 - 1642) açmıştır. Leh gökbilimcisi Nicolai Kopernik'ten (1473 - 1543) itibâren gittikce sık tekrarlanır olan güneş merkezli evren görüşünü Galilei, doğa felsefesine esâs ihddâs edince, Vatikanın keyfi kaçar. Galilei'yi yargılayan Papa VIII. Urbanus (Maffeo Barberini: 1623 - 1644) gibi bilgin bir zât, güneşin, merkez olması gerektiğini bilmezmi! Papa VIII. Urbanus bir yana, bilinen evrenin merkezi güneş olduğunu ta M.Ö. Üçüncü yüzyıldan beri, Ege - Akdeniz dünyasında bilmeyen bilginmi kalmıştı? Peki öyleyse, mesele neydi? Kutsallıktı. Nasıl Aristoteles için yeryüzü, olabilir dünyaların en iyisi ve güzeli olması gerekiyorsa, aynı şekilde Vatikanın indinde onun tek veya en kutsal olan olması lâzım gelirdi. Neden? Hırıstıyanlığın inancı uyarınca, Tanrı, İsâ sûretine göre yaratmış olduğu insanı günâh batağından kurtarsın diye biricik aziz oğlunu (kastolunan Hz İsâdır) yeryüzüne göndermek lutfunda bulunarak bu dünyayı şereflendirmiş; ve nihâyet kadirbilmez insan tarafından çarmıha gerilmiş olan 'İlahi oğul' orada çile ile fedakârlığın timsâli olmuştur. Şu durumda Papa, yeryüzünü evrenin ruhâni-manevi odağı olarak kabul etmiş olmalı. Maddî fizik merkez karşısında manevî olanın yetki (Fr autorite) aşınmasına uğrayacağından kaygılanır. Nitekim zamanla da öyle oldu. İşte, 1600lerin ilk yarısında vukûu bulmuş bu münâkaşa bir su ayırım mevkiidir. Buradan, özellikle de Rene Descartes'tan sonra, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin ete kemiğe büründüğünü görüyoruz.
Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyetinin dünyası, maddeci-mekanikci bir dünyatasavvuruna dayanır. Bu dünyatasavvurunun şekillendiği mevki, Onyedinci yüzyıl sonu Fransasıdır. Burası, Altıncı yüzyıldan beri Avrupada merkezî devlet nizâmını sergileyen bir ülkedir. Onun ruhbân-olmayan zümrelerin elinde inkişâf etmiş merkezci devlet siyâsetine en amansız müdâhaleler, ruhbân takımından gelmiştir. O hâlde müesses dinadamları nizâmına her meydan okuma, resmî devlet yetkilerinden açık yahut kapalı destek görmesi tabîîdir. Ne var ki, ruhbânolmayan kesim de kendi içinde yekpâre bir bütünlük manzarasını arzetmemekteydi. Çeşitli toplum katmanlarına ayrılmış görünüyordu: Asilzâdeler,15 soylu olmayan tâcirler, zanaat erbâbı ile rençberler, çiftciler ve nihâyet tam yahut yarı köleler. Bu katmanlara aşağı yukarı 1300lerden itibâren, bir de, zamanla şehir hâlini alacak büyücek müstahkem yerleşim birimlerinde (Alm Burg) el emeğiyle geçinmeyip ticâret ve para işleriyle (tefecilik) uğraşan bir zümre daha eklenecekti: Bourgeoisie (Almancadaki Burgtan Onbirinci yüzyılda Fransızcalaştırılmış Bourgeoisie). Bu son zikrolunan zümrenin çıkış yeri, her ne kadar, Onikinci yüzyıl İtalyası ise de, neşvünemâ bulacağı diyâr, Fransa olmuştur.
Asilzâdeler ile derebeğleri, yetkileri ve itibârları bakımlarından ruhbânın sürekli bakısı ile tehdidine marûzdular. "Bizim kutsal ve dahî tanrısal tarafımız bulunur. Ya, peki, sizlerin nesi var?" "Sizler, uluorta günâhkâr ölümlülersiniz" gibi mülâhazalarıyla ruhbân, dünyevîler üstünde baskılarını koyulaştırdıkca koyulaştırmışlardır. Sonunda IV. (Yakışıklı) Philippe (1268 - 1314), Onüçüncü yüzyıl Fransasında Papallık ile ruhbânın, dünyevî yetkililer ile bunların gücü üstünde yürüttüğü baskıyı kırmıştır. Bu dönemde ruhbân-olmayan dünyevî kesim, iyice biçimlenmiştir. Kabaca dört sınıfa ayrılmıştır: Soylular, demekki asilzâdeler ile toprak zâdegânı, tâcirler ile zanaatkârlar, nihâyet topraklı ile topraksız köylüler.
iv- Tanrısallık-Kutsallık - Dünyevîlik Çatışmasının yanısıra, Latin-Roma - Germen Hasımlığı
- Roma Devletini son defa —Batı ile Doğuyu— birleştirip toparlayan Büyük Theodosios 395deki ölümünden, özellikle de bu devletin, yanî Batı Romanın, bir Germen beği olan Odovaker tarafından 476da tamamıyla ortadan kaldırılmasından sonra, doğudan batıya, kuzeyden güneye Avrupa topyekûn bir kargaşa ortamında kalmıştır. Latin Romalıların öteden beri en önde gelen hasımları ak tenli, sarışın, uzun boylu, güçlü bünyeye sâhip savaşcı kuzey komşuları Ren ırmağı ile Alpleri aşarak Fransayı, İtalyayı, Balkanları, İberik yarımadasını, İngiltereyi, Kuzey Afrikayı, öyleki Roma toprakları dışında kalan Doğu Avrupanın Islav diyârlarını istilâya girişmişlerdir. Onların ardısıra, Arî olmayan Attila'nın (406 - 453) Hunları çıkagelmiş ve Orta Avrupa ile İtalya yarımadasının kuzeyinde fırtına gibi esmişlerdir.
- Kuzey ile Kuzey doğu Avrupadan inen Germenler, işğâl ettikleri ülkelerde hânedânlar ile idâreci üst tabakaları ihdâs etmişlerdir. Böylelikle ilkin, yüzyıllarca ezildikleri ve karşısında eziklik duydukları Latin Romadan öc alma yolunu tutmuşlardır. Ne var ki peyderpey Hırıstıyanlaştıkca, kavimce olmasa da kültürce Latinleşmişlerdir. Zamanla, özellikle de Altıncı yy.dan itibâren Latincenin çeşitli türevlerine, başka bir deyişle Avâm Latincelerine, kendi eski lehçeleri ile anadillerinin söz ile cümle yapısı ve ses[i] gibi değişik unsurları ile değerlerini karıştırmak sûretiyle bu Germen idâreci üst tabakası, ortaya çıkan yeni dilleri benimsemiştir. Her büyük dünya dininde gördüğümüz olay, Hırıstıyanlıkta da zuhûr etmiş, kendine bağlanan toplumların dillerine damgasını vurmuştur. Bu nedenle hem Ortaçağ Latincesinin kendisi hem de Latin dilleri artık gözden kaçmayacak raddede Hırıstıyan itikâdının renklerini taşıyacaklardır.
- Ortaçağ, 'erken', 'klasik' ve nihâyet 'geç' olmak üzre üç döneme ayırılır. 476da Romanın çöküşüyle İlkçağın bitip Ortaçağın başladığı, genellikle Batı Avrupalı tarih-kültür filosoflarının kanâatıdır. Romanın yıkılışı ardından Avrupanın arzettiği manzara, irikıyım bir teknenin batmasıyla beliren girdâbı andırmaktaydı. Büyük kargaşanın içinden Avrupa sahnesine ilk çıkan merkezî devlet Fransa olmuştur. Fransa, varoluşunun ilk dönemlerinden itibâren Hırıstıyanlığın muhâfızlığına soyunmuştur. Nitekim, Charles Martel (688 - 741), Ispanyadan Güney Fransaya ilerileyen Müslüman Arab ordusunu 732de Toursda durdurmuştur. Charles Martel in bahsi geçen zaferi, Avrupada Hırıstıyanlığın muhâfaza olunmasının yanısıra, Fransız devletinin yapıca pekiştirilmesini de sağlamıştır. Bu cümleden olmak üzre, Romanın Beşinci yydaki çöküşü ile akabinde Fransanın Yedinci yy sonlarındaki teşekkülü, 'Ortaçağ'a başlangıc olarak kabul edilebilir.
- Roma Devletinin 476daki inkırazından sonra büyük devletin hüküm sürmemesinin Avrupada doğurduğu siyâsal-toplumsal-kültürel boşluk, Papa III. Leo'nun (750 - 816), yine bir Germen beği olan Büyük Karl'ı,[2] 800 yılının Noelinde (25 aralık) Kutsal Roma-Germen Devletinin[3] imparatoru sıfatıyla tâclandırıp Hırıstıyanlığın kılıncı ilân etmesine değin sürmüştür. Üç yüz küsur yıl sürmüş bu 'Erken Ortaçağ' devrine Ondokuzuncu yy Avrupalı tarihciler, Karanlık çağ adını koymuşlardır. Belirsizliklerle dolu olmasına doluydu da, ileriki evrelerde yer alıp gelişeceğini göreceğimiz siyâsî, iktisâdî, hukukî kurumlar ile millî yapılanmaların ve nihâyet eğitim ile öğretim kuruluşlarının hazırlandığı, baş düstûru "ibâdet ile iş" (OrL "ora et labora") olan mezkûr dönemdir. Gerek geçen gerekse yaşadığımız yüzyılın taraflı Aydınlanmacı-İnsancı-Laik kimi düşünürleri yahut tarih filosoflarıysa, bahsi geçen dönemin kendine mahsûs şartlarını dikkate almaksızın, göze çarpan vasıflarını bililtizâm Ortaçağın tamamına teşmil etmek sûretiyle onu toptan karanlık çağ şeklinde tanıtmağa çalışmaktadırlar. Taraf tutan bu Avrupalı tarihciler ile düşünürleri, her zamanki gibi, taklitte kusur etmeyen, aynı ânda aşağılık duygusuyla da kıvranan, ister Müslüman, ister laik kesimden olsun, 'mürekkep yalamışlar'ımız, Ortaçağı, şehir nevinden nisbeten büyük yerleşim birimlerinde bile, lâzımlıkların sokağa boca edildiği, geri ve sağlıksız bir dönem olarak görüp göstermek çabasındadırlar. Oysa bu, doğru değil. Tanınmış bütün büyük dinlerde olduğu üzre, Hırıstıyanlıkta da yıkanma ile temizlik bir dinî vecîbedir. Barış, ortama hâkim olduğu sürece Ortaçağ Hırıstıyan Avrupa şehirleri nisbeten temiz ve mamûr bir görünüm sunmaktaydılar.19 Soyluluların pis kokularını bastırmak amacıyla ıtır kullanmaları, lâzımlıkların da sokak kenarlarına boca edilmeleri Onyedinci yüzyıldan sonra, başta Fransa olmak üzre, Batı Avrupada tanık olunan olaylardandır. Sözünü ettiğimiz Ortaçağ Avrupa şehirlerinde sıhhî şartlar, dört dörtlük değildi elbette. Sefillikse sokağın hâkim manzarasıydı. Ne varki günümüzden dönüp baktığımızda, sıhhî şartların bozukluğu, Ortaçağ Hırıstıyan şehirlerine mahsûs olmayıp bu, yakın zamanlara değin yeryüzünün dörtbir yanında böyleydi. Uzaklara gitmeğe ne hacet: 1970in Istanbulunda dahî kolera salgını patlak verebiliyor; Victor Hugo ile Charles Dickens'in tasvîrlerinden hareketle Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısının Parisi ile Londrasının bile nice yürek yakan sefilliklerle dolup taştığını açıkca görebiliyoruz. Haddizâtında günümüz Batı Avrupasına varana değin hangi çağda, meselâ kamuya mâlolmuş sıhhî (Fr hygenique) teşkilâtlar ile tesisâtların kurulmuş olduğunu tesbit edebiliriz ki?! Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetine bâriz örnek teşkîl edebilecek bir Kopenhagenin, Oslonun, Stockholmun, Singapurun yahut orta veya ufak boy bir kuzey doğu Amerikan — Yeni İngiltere— şehrinin, insan, hani neredeyse kir kapmadan sokaklarını yalayabilir.
Nihâyet, bütün kalburüstü dünya medeniyetlerinin doruk dönemlerindeki sağlık şartları, diger devirlerinkinden kıyâs kabul etmez derecede üstündürler. Yine de bunlar, yukarıda sıralanan şehirlerin yahut benzerlerinin hâîz oldukları şartlarla karşılaştırılamazlar. O hâlde, çağımız Batı Avrupasının sunduğu toplum ile fen (Fr technologie) görünümlerinden hareketle Hırıstıyan Ortaçağ medeniyetini gerilik, öyleki ilkellik çukurunda debelenen bir kültür dünyası şeklinde değerlendirmek galîz bir hatâdır.
- Büyük Karl' ın 800de Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunu kurmasından 1200lerde beliren Yenidendiriliş çağına değin süren Ortaçağın 'Klasik devri'dir. Bu devrir zarfında, Fransanın ardından, İngiltere, Felemenk, Danimarka, İsveç, Rusya, Lehistan, Almanya-Avusturya (Kutsal Roma-Germen İmpara-torluğu), Ispanya ile Portekiz gibi, Avrupanın bellibaşlı devletleri vucut bulmuşlardır. Erken devrede derebeğliği (feodalite) toprak idâresi ile siyâset düzenlerine merkantilism iktisât nizâmı eklenmiştir. Başka bir deyişle, kapalıdan açık ve yaygın, mal - mal takasından mal - para denklemini esâs alan pazar iktisâdına geçilmiştir. Klasik devrin en önemli olayı, Müslümanlara karşı tertiplenmiş din temelli bir dizi askerî harekât olan ve 1095 - 1270 arasında sürmüş Haçlı seferleridir. Yine bahsi geçen devirde, başta keşiş-savaşcı Tapınakcılar gelmek üzre, Müslüman coğrafyalarından dönenlerin taşıyıp getirdikleri kesîf İslâmî etkilerin sonucunda eğitim ile öğretimde, mimârlıkta, ticârette, felsefede, bilim ile zanaatta olağanüstü hareketlenme olmuştur. Özellikle az önce bahsi geçen Tapınakcıların ellerinden çıkmış her mimârlık eserine kendilerini hatırlatacak işâretleri eklemeği de ihmâl etmemişlerdir. Yapı sanatının yanında Tapınakcılar, ticârî, özellikle de mâlî konularda dahî ustalaşıp sivrilmişlerdir. Bu da zâten onbirinci yüzyıldan itibâren İtalyan kentleri ile Ondördüncü yüzyılla birlikte 987den aşağı yukarı 1328e değin sürmüş olan Capetiens sülâlesi devri Fransasının yükselen çizgileridir. Başta katedrallerin inşâatı olmak üzre, mimârlıkta kaydedilmiş dikkate değer terakkînin yanısıra, Arapcadan Ortaçağ Latincesine yapılan tercümeler sonucunda İslâm ile Yunan fikir varlığı, evvelemîrde ruhbân zümresine aktarılmıştır. Oradan da zamanla manastırların yanısıra, ilki 800 küsûrlarda Sicilyanın Palermo şehrinde açılan yükseköğretim kurumları, yanî üniversiteler aracılığıyla ruhbân-olmayanlar arasında da yayılmıştır. Bu üstün bilgi ve beceri birikimi, 1500lerin başlarında intifâa aşamasına ulaşmıştır. Bu aşamadan sonra Batı Avrupada din, toplum, kültür, siyâset ile iktisât şartları yeni bir çağa yol açacak derecede değişime uğramışlardır. İşte buna da Yeniçağ denir. Klasik devir, yânî 1200 ile Yeniçağın başlangıcını ifâde eden 1500 arasında kalan üç yüz yıllık süre ise, 'Geç Ortaçağ'dır.[4]
- Kutsal Roma-Germen Devleti, kara Avrupasının en önde gelen iki milletinin, yânî Fransız ile Alman devlet geleneği ile göreneğini önemli ölçüde etkilemiştir. Bunlardan Fransa, Roma-Germenin öncelikle Roma yakasını esâs almıştır.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
Ş. Teoman Duralı
[i] Kaynaklandığı Latincede bulunmamakla birlikte, Fransızcayı zarifleştiren 'ö' ile 'ü' sesleri, sözgelişi, Germen asıllıdırlar.
[2] Bkz: EK 6ya
[3] Alm heiliges römisches Reich der deutschen Nation.
[4] Bkz: Jürgen Hannig: "Mittelalter", 346 - 364.syflr, "Fischer Lexikon: Geschichte"de; ayrıca bkz:
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- ‘Batılılık’, bir ‘mutlak etki tahakkümü’dür (03.07.2019)
- Paradigma sorunu (28.06.2019)
- ‘Dürüst’ kişi, ‘Allah dostu’dur (20.06.2019)
- Hikmetin başı Allah korkusu (12.06.2019)
- Gerçeklik: Hakîkatın bilebildiğimiz kısmı… (03.06.2019)
- Ödev (28.05.2019)
- İslâmın talimâtları akılla çelişmez (15.05.2019)
- Bilinmezlik alanı imanı şart koşar… (08.05.2019)