1. İlâhî-Ahlâkî bakımdan Transsendental - Transsendent
'Benim', nefsî-mantıkî (Fr psycho-logique) yasalılığı aşkındır. 'Benim'de Aşkınlığın (GeçL transcendentia) insana doğrudan izhârı demek olan Tebliğin vazettiği Temel yasa içleştirilmiştir. Böylece Tanrı duygusu, demek ki vicdân 'benim'e artık içkindir (GeçL immanens): Hulûl.
'Transsendens' (Transcendentia: Aşkınlık), iki kısım hâlinde mütâlea olunabilinir: 'Transsendent' ile 'Transsendental'. Birincisi, Allah'ın Zâtına delâlet eden Lâhût âlemi dile getirir. Bu, 'ilm'e dahî kapalıdır. Velînin dışındakine geçit vermeyen saha —bilinmezlik alanı— imânı şart koşar. İkinciyse, imâna götüren yol yordamdır, neşedir; nihâyet zihin değil de, gönül bilgisidir: İrfân. Transsendental, düşünülebilir ve düşünülemez tüm kuvvetler ile imkânları taşıyan ve bunları istedikce, başka bir deyişle irâde buyurdukca fiile dönüştürebilen Transsendentin, demek ki Mutlak Kudretin, 'benim'e ihsân ettiği yasalılıktır.
'Benim', aslında esâsında, 'kendimdenlik'tir;[1] yanî 'varlığım'ın ta kendisi; parçalanmaz, bölünemez 'ben'; demek ki Mutlak Biri (Ar el-Ahd) andıran varlık. Mutlak Birin orunuysa, 'Lâhût' (^el-İlah) âlemidir. Eflâtun, Onu, Birin, Bir olması, şeklinde tavsîf etmiştir.
'Benim', pek zorlu bir mevkide bulunur: Nefsî 'ben'iyle varolanlar, demek ki 'Nâsût' dünyada yer alırken, ruh-akıl cihetiyle de 'benim-insanı', 'Melekût' —melekeler— ile 'Ceberût' —imkânlar— âlemleri üzerinden 'Hâhût' (^Hû = O) ve dahî 'Lâhût'a dek uzanabilir: Allah'ın tecellîsini, Hz Muhammed'in Mi'râcda, Hz Musâ'nın ise, çalının yanmasında görmesi gibi.
'Benim'in, biçimselleştirilmiş mantık arkalı akıl-zihin çabasıyla Nâsût dünyasında kurduğu insicâmlı bilgiler bütünlüğüne bilim demiştik. Nâsûtu aştıran akıl-gönül yoluysa (tarik), ilim tümlüğünü 'benim'i irfâna (Fr gnose) erdirir. İrfâna ulaşan da, nitekim, âriftir, ermiş kişidir. Bilim ile ilim-irfânı ilişkiye sokan felsefenin salt akıl işlemi metafizik ile kullanılır akıl işleyişi demek olan ahlâk sahalarıdır. Varolanlar dünyasının bilim, zanaat, sanat, savaş alanlarında üstün kâbiliyet ile beceri örneklerini sergileyenler, dâhilerdir. Ancak, dâhinin, ahlâkca iyisi de kötüsü de olabilir. Bilim ile irfân bütünlüğü 'ilm'i ortaya çıkarır. İlim sâhibi, âlimdir. Onun da en üst seviyesine, demek ki gerçekliği aşıp Hakikatın sırlarına erebilmiş olan, hakimdir. O, elbette yanlışlık yapabilir; ama özden, yani niyetce iyidir, demek ki hayırdadır, hayırlıdır. Tarihin yüzünü ağartmış, insanlığın yüz akı olmuş, doğunun, batının, güney ile kuzeyin çığır açıcı, kalburüstü bilgeleri, bilginleri, hekimleri, hâkimleri, bestecileri, şairleri, heykeltıraşları, ressamları, mühendisleri ile mimarları, devlet ile siyâset adamları, din ile toplum önderleri hep 'hayırlılar' makûlesinden addolunmalıdırlar. Nihâyet, Hakikatın Lâhût perdesini aralayabilmiş olansa, Allah dostu manâsında velidir. Allah'ın insanlara Tebliğini bildirmekle yükümlü velilere nebi yahut resul — Farsçada peygâmber; Türkçede yalvaç— denir. Veli, 'benim'inin tam mâlikidir; 'benim'inin mâhiyetine (L ens) erişmiştir. Kendi 'benim'inin mâhiyetinde Allah'ınkini dahi temâşâ (L meditatio) edebilir: "Rabblerini sabah akşam anarak Onun vechesini arzulayanlarla birlikte nefsini sabrettirir..." —Kehf/18(28). Bu Âyeti Abdullah Yusuf Ali şöyle tefsir etmiştir: "Sabah, öğle, akşam gönülden Ona yönelip Onun Zâtını (Hâhût), İnâyet ile Yakınlığını dünya nimetlerine tercih edenler Allahın sahih kullarıdır. Âyette geçen 'Veche'[2] yahut 'Çehre', Kişiliği yahut Zâtı temsil eder" (tefsir sayısı: 2369).
2. Aşkın Mutlak Kudretin Tebliği: Temel Yasa
Ödevlerini Temel Yasaya uygun tarzda ifâ ederek yaşayan ahlâk kişisinin ömrü cismânilik ile nefsâniliğe karşı mücâdeleyle geçer. Bahse konu mücâdele çeşidinin, Büyük Cihâd olduğundan daha önce söz etmiştik. Şu durumda, ahlâk kişisi, aslında, mücâhittir. Bu, bilinci tam olan, tümüyle uyanık kişidir. Nitekim bahsi geçen hâlin en seçik timsâlini Hz Ali'nin (598-661) başından geçmiş şu olayda görüyoruz: Nakledilene bakılırsa, yere yıkıp öldürmek üzre olduğu hasmı, Hz Ali'nin yüzüne tükürünce, o da, adamın yakasını bırakarak onu salıvermiş. Adam da, ölümden kurtulmanın sevinciyle ve tabîî ki, hayretle, canını niye bağışlamış olduğunu Hz Ali'ye sorar. Hz Ali de, müşrikle döğüşürken, Hakk yolunda, İslâm davâsı uğruna savaştığını, fakat tükürüğü yiyince, işin renginin değişmiş, 'davâ'nın yerini, artık, nefsânîliğin, benliğin almış olabileceği kaygısına kapıldığını söyler. İmdi ahlâk kişisi, işinin yahut mücâdelesinin hangi safhasında bulunursa bulunsun, ödevinin mâhiyeti ile gâyesini bir ân bile hatırından çıkarmaz. Buysa dipdiri bir bilinç hâlini şart koşar. Serhoşluk ile serkeşlik, dipdiri bilinç hâlinin can düşmanıdırlar. İşte bundan dolayı, insanıkâmilleştirme yönündeki eğitimi öngören mistikliğin esâs vurguladığı husus, bilinci bileme temrinleridir.
Lao Çe, ölüm döşeğindedir. Mürşitlerini son bir defa daha görüp mübârek elini öpmek maksadıyla mürîtler, koca ülkenin dört bir yanından dergâha akın etmişlerdir. Uzaklardan bitkin hâlde mürşidine vaktinde kavuşmuş olmanın sevincini yaşayan garîbânın biri, her zamanki gibi pâbuçlarını dergâhın eşiğinde sağa sola savurup içeri dalıverir. Mürşidinin yanına varıp elini öper. Başını şöylece kaldırmağa dahî mecâli kalmamış Lao Çe ise, mürîdine, "Dergâha girerken pâbuçlarını nereye, nasıl koydun" diye sormazmı? Kan ter içinde kalmış mürîdin küçük çekik gözleri faltaşı gibi açılır; "pâbuclarım mı?! Ustam, Mürşidim, iki gözümün nuru! Sen ölüm döşeğine uzanmışken; ben zavallı da, o mübârek elini öpebilmek için nice li (fersah)[3] yol tepip yüce huzuruna varmışken, şimdi pâbuçlarımın esâmesi mi okunur?!" diye söylenince, ulu Bilge, "ah! olmamışsın, olamamışsın; dikkatin hâlâ dağınık; bilincin de, tabîî ki, zayıf kalmış; işe yeni baştan koyulman gerekecek!"[4] diyerek eski tilmîzini uyarmış.
Bilinçlenme, ağır, meşâkatlı eğitimi gerektirir. Kolaylıklar, bedeni ve onun yöneticisi yönlendiricisi olan nefsi rahatlatır. Beden ile nefsin rahatlatılması, kişiyi, ruhca, gevşetir. Bundan dolayı ruhu dayanıklı kılmak, bedeni kavîleştirmekten geçer. Zorlu, hattâ acıklı tecrübeler, sezgi melekesini bileyerek duyguca insanı derinleştirirler. Acıda, yitirilmiş değere duyulan kavuşulmaz hasretin sırrı yatar. Manevîleştiği ölçüde o yitik değere duyulan hasret de katmerlenir. Hasret duygusunun kendi de manevîleştiği oranda yalınkat istekten talebe, talepten arzuya, arzudan iptilâya, hırs ile ihtirâsa, ihtirâstan tutkuya, tutkudan sevgiye ve nihâyet aşka değin uzanır gider. Çağdaş medeniyette mahvedilmiş değerlerin başında sevgi gelmektedir. En zor ulaşılabilinir üstün manevî değerler olan sevgi ile aşk, sermâyeci şehvet tâcirlerinin ayağa düşürdükleri metâadır artık.
3. Hayatın Manâsı Iztırâptadır
"Meyhâneye kıyâsla mâtem evine gitmek evlâdır —1.
Sonunda gireceğimiz o yeri her dem hatırımızda tutmalıyız" —2.
"Gülmektense hüzünlenmeli. Gönlü temizleyip yuyan hüzündür, mâtemdir" —3.
"Hakimin kalbi mâtemevinde atar. Delîninkiyse neşelenilen yerdedir" —4.
"Delînin şarkılarını dinlemektense hakîmin azarını işitmek iyidir" —5: "Kitâbımukaddes"/"Ahdiatîfc"/"Süleymanın Vâazı", VII. bâb;"Ey Rabbimiz! Bizlere gücümüzün yetmediği işleri yükleme!.." —Bakara/ 2 (286).
- Yirminci yüzyıl felsefesinin başını çekmiş simâlarından Miguel de Unamuno (1864 - 1936), dünyada ve hayatta en acıklı, onun kendi deyişiyle, tragique şeyin, aşk olduğunu söylüyor. "Bütün öteki aşk nevilerini tevlîd eden cinsî menşeli olandır. Onun sâyesinde kendimizi süreklileştirmeğe bakarız. Ancak ölüm yoluyla kendimizi yeryüzünde sürekli kılar, hayatımızı başkasınınkine katarız."[5]
- Canlıların örgütlenişlerindeki karmaşıklaşma seviyesi, fert nefsinin kendini bilme derecesiyle orantılıdır.[6] Canlının bireyliliği, ölüm karşısındaki durumuyla doğrudan doğruya ilgilidir. Cinsî münâsebetle üremeyerek çoğaldıklarından, doğumları ile ölümleri açık seçik olmayan canlıların, bireylilikleri de müphemdir. Sinir sisteminin yerini tutacak bir işleyişin en alt basamakların dahî duran bu canlıların, bölünerek çoğalmaları sırasında ebeveyn - yavru ayırım çizgisi[7] silikleşip silinir. Sonuçta canlı-olmayanlar dünyasındaki mekanik sürece benzer biri kendini tekhücreli canlılar alanında da gösterir. Bireyleşme belirginleştikce korunma özelliği de artar. Korunmanın son raddesi, fizyoloji işleyişinin toptan çözülüşü ile dumûra uğramasının, yanî ölümün önüne geçmektir. Beşere değin bütün canlılarda görülen, ölümle sonlanacak tehlikelerden sakınıp kaçınmanın, içgüdülerden doğan bir duyuş olduğu vakıasıdır. Yalnızca beşerde, ölüm, kavram bilgisidir. Bundan dolayı beşer tragique bir varlık olup imânla cihâzlandıkca, o ne menem bir şey olduğunu bilmediğimiz yokluğu aşmağı umabilir. İmân ederek uman insan, tragiquelikten kurtulur.
- Kurtuluşun ilk merhâlesi, cinsî bağlamda sevişme yollu üreyerek hem kendi bireyliliğini hem de türün varlığını sürdürmektir. Bu, aynı zamanda müteâkip merhâlelerin de hazırlayıcısıdır. Sevişme, kadın - erkek arasında vukûu bulup insan ilişkilerinin en esâslısıdır. Akıl-gönül birlikteliğinin mebdesidir. Edep dairesinde sevişen kadın - erkek olayından kaynaklanan anne – baba - çoluk çocuk üçlüsünün esası sevişme, semeresiyse ailedir. Sevişme ile aile, yurt mefhumunun menbaıdırlar. Aşkın, iffetin, sadâkatın, dayanışmanın, meşrûu müdâfaanın, inanmanın, güvenmenin, ümid etme ile ödev duygusunun fışkırdıkları pınar sevişmedir. Böylece ahlâkın ilk çıktığı mahaldir. Kur'ana bakılırsa, birbirlerini seven taraflardan kadının örtüsü erkek, erkeğinki de kadındır —bkz: Bakara/2 (187).
- Kadın ile erkek, aslında tabiatları itibâriyle bir bütünlüğün iki bölümüdür. Bütünlüğün adı insandır. Bu gerçekliği Allah bizlere Tebliğinde şöyle izhâr etmiştir: "Ey insanlık, sizleri tek bir nefsten yaratıp ondan da eş ve çift çift kadın ile erkekleri vareden koruyucu kollayıcı Rabbinize karşı gelmekten sakının..." —Nisâ/4 (1).
Yaratıldıkları ândan itibâren birbirlerine hasret kalmış, haddizâtında varlıkca bütünlük oluşturan kadın ile erkeğin bir diğerine kavuşma durumu sevişmeyi; vuslata giden yolda katlanılan acılar ile ıztırâplar ve verilen mücâdeleler de savaşmayı ifâde etmektedir.
- Hayatın manâsını barındıran sevişmenin dirimsel (biotique) temelinde cinsî münâsebet var. O, maddî-bedenî-dirimsel yaşamanın zenbereğidir. Abdullah Yusuf Ali, Nisâ sûresinin Birinci âyetini tefsîr ederken cinsiyeti tabiatımızın en hârikulâde sırlarından sayar. Kadın ile erkeğin cinsiyet ilişkisini İslâm, gerek tabiatı itibâriyle sırr oluşundan gerekse hayatî öneminden dolayı mahrem kabul etmiştir. Üstünde durduğumuz bahisle ilgili olarak Abdullah Yusuf Ali, sözlerini şöyle sürdürür: "... Beden" ve, tabiî, nefs "hayatımızda böylesine ağırlığı bulunan ve duygularımız ile tabiatımızın üst seviyelerini bunca etkileyen cinsiyet, bizlerden ne ondan kaçınmamızı, ne onu hor görüp küçümsememizi ne de zevküsafâ metâımız olmağı bekler, daha doğrusu, hakkeder. O, en üst raddede tazîmimize hak kazanmıştır..."(506)[8]
- Somutca duyumlanan bir ilişki olan sevişme, acı tatlı yaşantıların bin bir dönemeçli yollarından soyutlana soyutlana sevgiye dönüşür. Sevgi de, Allah - 'benimli-insan' arasındaki aşk bağıntısının zeminidir. İmdi, aşk, ebedî varlığın teminâtı; demek ki yok olmanın da panzehridir. İşte Allah'ın vaadi: "Ölülere Biz, gerçekten de hayat bahşedeceğiz..." -Yâ Sîn/ 36(12). "(İnsan), kendi (aslını ve) yaradılışını unutup Bizimle (aşık atarak kendi kendine) karşılaştırmalara yeltenir ve 'çürümüş (kuru) kemiklere kim hayat verebilir ki?' diye sorar" -36
- . "De ki, onu (insanı) ilk başta yaradan, ona hayat da bağışlayacaktır" -36
- . Olmayan ve olamayacak tek bir şey var: O da, insan varlığının, yokluğa karışması. Varolmanın sonsuzluğuna imân etmek, umudu her ân canlı tutmaktır. Umudunu asla yitirmeyense âşıktır. Âşık olan da gönül adamıdır. Umudunu yitirmiş kimse, insanlıktan beşerliğe düşmüş, dolayısıyla da varlıkla bağlantısı kesilmiş tragique kişidir. Bunun zıddı kurtuluşa ermiş kişidir. Bahtsızlığa gömülmüş olsa bile, Unamuno'ya göre her çeşit durumda kurtuluşa ermiş kişinin "derinliklerinden umud ile teselli yükselir."[9]
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
Prof. Dr. Teoman Duralı
[1] L ea ipsa causa belli fuit.
[2] Veche, Arapcada anlamca kuşatıcı bir sözdür. Zât şeklinde tercüme olunabilip ayrıca şu anlamlara da gelir: (1) Lafızca 'yüz', 'çehre', 'veche'; (2) mecâzca, 'hatır' (bkz: 92/20); (3) şan, şeref; (Allah) huzur(un)da bulunma (bkz: 4/72); (4) sebep, 'yüzü suyu hürmetlerine' (bkz: 76/8); (5) ilk elde, başlangıçta (bkz: 3/71); (6) tabiat, derûn, öz, zât (bkz: 5/111, 27/88, 55/27).
"Burada (6)daki anlamını alıyorum. 'Yüz', kişinin tüm derûnunu yahut kişiliğini ele verir" (tefsir sayısı: 114). Nitekim, Bakara Sûresinin 115. Âyetinde Abdullah Yusuf Ali'nin az önceki iddiasının teyidini buluyoruz: "Doğu da Batı da Allahındır. Ne tarafa dönerseniz dönünüz, hep Allah yüzünü göreceksiniz... "
[3] Li, Çin medeniyetinin etki sahasında kalan Doğu Asyada uzunluk ölçü birimiydi. 500m.ye tekâbül eder —bkz: L.N. Gumiliyev: "Eski Türkler", 115.s.da dipnot.
[4] Lao Çe'ye atfolunup burada sunulan meseller, "The Texts of Taoism" başlıklı eserden alıntılanıp derlenmişlerdir.
[5] Miguel de Unamuno: "Sentimiento Tragico de la Vida", 104. & 105. syflr.
[6] "Her yeni örgütlenme çeşidinde, sinir sistemi karmaşıklaşıp nefsîlik (Fr psychisme) artar... Sinir sistemi ile nefsîliğin artma derecesi, iriçaplı-evrimin (Fr macro-evolution) esâsını teşkil ederler. Özgülleşmeye (Fr specialisation) ağırlık tanıyan ufak-boyutlu-evrim (micro-evolution) gerileyici (Fr regressif) olmasına karşılık, iriçaplı olanı ilerileyicidir (Fr progressif)" —Jacques Ruffie: "De la Biologie et la Culture", I.cilt, 32 & 33. syflr.
[7] Fr ligne de demarcation.
[8] Ayrıca bkz: Teoman Duralı: "Çağdaş Küresel Medeniyet...", 184.s., 314 sayılı dipnot.
[9] Miguel de Unamuno: A.g.e., 105.; ayrıca bkz: EK 10a