- Zorluk, başlıbaşına bir varlık değildir. Tıpkı yakın akrabâsı, kötülük gibi, zorluk da, olumsuzluktur. Olumsuzluksa, kelimenin yapısından anlaşılacağı üzre, 'olum'un, 'olma'nın bulunmaması anlamındadır. Zorluk şu durumda, rahatın, düzgünlüğün yoksunluğudur. Rahat, düzgünlük ve bunların devâmı, bireysel sağlık ile onun toplumsal mukâbili olan barış olağanlığın ifâdesidirler. Lâkin olağanlığı, yine karşıtıyla idrâk edebiliriz. İşte bundan dolayı zorluktan rahat ile düzgünlük doğar. Nitekim Alman şairi Friedrich Hölderlin (1770 - 1843) bu hususu şu unutulmaz mısrayla dile getirmiştir: "Tehlikenin başgösterdiği yerde, çâre de göğüverir."[i]
İnsanın 'olağan' hâli, birey düzleminde sağlık; toplum bağlamındaysa, barıştır, demiştik. Barış,[ii] sevgi ile saygının yaygınlık kazanması durumudur. Barışın zıddı savaştır.[iii] O da, öfke ile nefret duygularından kalkan teşkilâtlandırılmış maşerî eylemler dizisidir. Ne var ki, barışın da savaşın da ortak paydası, saygıdır. O ise, önünde sonunda edebin türevi olduğuna göre, ahlâkın en önde gelen unsurlarındandır. Öyleyse barış gibi, savaş da ahlâka dayanır. Aradaki fark, sevgi - nefret zıtlığında yatar.
- Sevgi, 'ben'in, kendini 'ben-olmayan'a katıp karıştırma çabasıdır. 'Ben-olmayan-sen'in duygularına 'ben'in katılmasına duygudaşlık[iv] diyoruz. Duygudaşlık, ıztırâb ile acıda da sevinç ile neşede de görülür. Duygudaşlığın, ıztırâptaki tezâhürü, merhâmettir. Onun da, zayıf ve yüzeyde kalan hâli, acıma; en güçlü ve tanrısal kudretteki ifâdesiyse, rahmettir.
- Duygudaşlık, öncelikle de merhâmet ile bunun genelleşmiş devâmı olan barış, dişi, böylelikle de anne; zıddı, savaş ise, erkek, demekki baba özelliğini barındırır. Her iki özelliği dengede tutabilen toplumun sağlığı yerindedir. Böyle bir toplum, barışta savaşabilme kuvvesi ile irâdesine mâlik olup savaşta, barışma imkânını elinde tutar. Aynı durumun aile düzlemindeki yansımasına baktığımızda, annesinden şefkat dolu destek gören çocuğun, babasından yapabileceklerinin sınırlarını, erk (Fr autorite) yoluyla öğrendiğine tanık oluruz. İster ailede, ister daha geniş toplum bağlamlarında olsun, şefkat ile merhâmet çeşidinden dişilik vecheleri, tek hâkim âmil durumuna gelirlerse, yozlaşma, giderek, soysuzlaşma başgösterir. Sertlik ile kavga şeklindeki erkeklik tezâhürleri önplana çıkarlarsa, o takdîrde de, kültür, medeniyet seviyesine asla ulaşamaz, vahşîlik dediğimiz durum, ortalığı kırar geçer. Öyleyse sevgi ve nefretle dengede birarada yaşamaya da savaşmaya da, ruhca ile bedence hazır olma tavrı, aklın ve sonuçta adâletin gerektirdiklerindendirler. Aklın bildirdiklerini âdilce ifâ etmek ise, Müslümanlığın başta gelen vecîbelerindendir. Nitekim Hadîse bakılırsa, aklın onayladığı her şeyi, din teyîd eder; ve, dinin tasdîk ettiği her şeyiyse, akıl da benimser. Şu durumda İslâmın, gerek bireysel gerekse toplumsal hayatımıza ilişkin buyruk ile talimâtları akılla çelişmez. Nihâyet, aklın kendisi de, dinin aslî uzvudur.
2. Âdil-Nizâm-Medinesi
"Allahın, sizi rızıklandırdığı mallarınızı, aklı zayıf olanların ellerine vermeyiniz..."
—Nisâ/ 4 (5).
- Hak neferinin can yoldaşı, iffet-misâli-anne-kadındır. Hak neferinin ödevi, gelecek neslin, yanî sürüp giden hayatın teminâtı olan iffet-misâli- kadın-annenin geçimini temin etmek ve onu korumaktır. Âdil-nizâm-medinesinin odağı, hikmetisebebi ve timsâli Hz Meryem olan iffet-misâli-kadın-annedir.
O, İlahî Rahmetin dünya şartlarındaki izdüşümü 'rahm'in hâmilidir. Rahîmde hayvan yavrusu ve, tabîî ki, beşer evlâdı ilahîvârî şefkat, koruma ile kollama ortamında can bulup biçimlenir. Dünyaya gelince, beşer, Allahın öteki baş vasfı Rabliğin vârisi 'mürebbiye' annenin müşfik kolları ile ellerinde beslenir, terbiye, ihtimâm ile himâye görerek insanlaşır. Rahîmle mücehhez olup mürebbiyeliğiyle koruyan, kollayıp eğiten varlık kadın-annedir.
- Toplumun doğurucusu ile yetiştiricisi üm/anne, âdil nizâm medinesinde baştâcı olarak kabul görür. İmdi âdil nizâm medinesinin baştâcı, yüce insanı kadın-anneden olma toplum, ümmet diye anılır. Ümmetleşmiş toplumun en başat özelliği, soy sop, cinsiyet ile çıkar ayırımları olmaksızın, onda yer alan bireylerin duygudaşlık zemîninde buluşup dayanışma ve adâlet ülküsünün sıkı takipcisi olma gayretini göstermeleridir.
- Ümmetin tekmil fertleri, 'ahlâk-varlığı-benim' vasfını elbette gösteremez. Haddizâtında 'ahlâk-varlığı-benim' vasfındaki bireyler, toplumda ancak
küçük bir azınlıktır. Ne var ki, bir devleti âdil-nizâm-medinesi kılan, onun 'ahlâk-varlığı-benim' vasıflı bireylerden oluşan azınlığının, ödev ahlâkı doğrultusunda yön yöntem bildirme gücü ile kâbiliyetidir. Bu da, evvelemirde eğitim ile öğretimde kendini yansıtır. Böyle bir eğitim ile öğretimi taşıyacak siyâsî irâdeye ihtiyâç vardır.
- 'Ahlâk-varlığı-benim-kimliği'ni hâîz öncelikle kadınların şefkatlı, erkeklerinse disiplin aşılayan gözetiminde yetişecek gençler, utanan, edepli kişiler olacaklar. Bu kişiler, ödevlerinin bilincinde yaşayacaktır.
3. Ödev
"Mümînin niyeti amelinden (eyleminden) üstündür"; "Ameller (eylemler)
niyetlere göre değer kazanır"
—Hadîs.
- Ödev, kişinin yerine getirmek zorunda olduğu işdir. Kişiye 'ben'inin dışından, demekki maddî yahut manevî, nasıl olursa olsun, cebir yoluyla iş gördürülüyorsa, onun zorunda olmaklığı keyfiyeti ortadan kalkar; yapılan iş de, ödev vasfını yitirir. Şu hâlde ödevin kaçınılmaz şartı, hikmetisebebi hürlüktür. Madem insan, 'benimliğ'i itibârıyla özden hürdür, öyleyse o, aynı zamanda ödev varlığıdır.
Hür olmayanın, ödevi bulunmaz. 'Ben'in, 'benimliğ'e dönüşmesi sonucunda kişide ödev bilinci belirir. Ödev duygusu, hürlüğün, o da benimliliğe-erişmişliğin, başka deyişle, insanlaşmışlığın şaşmaz göstergesidirler. Akılbâliğ kişinin, ödev duygusundan yoksun bulunması imkânsızdır. Bu duygunun, 'benim'e bildirdiğini fiile dönüştürüp dönüştürmeme kararı, irâdedir. 'Yapmalıyım' özdenbuyruğunu yapmağa dönüştürme düzleminde karşılaştığımız irâde duygusunda hürlüğün tecellî ettiğini görüyoruz. Ne var ki, 'yapmalıyım'ı ya hâlisliği ya da çarpıtılmış şekliyle, yanî sahtesiyle gerçekleştirebiliriz.
Kişi ödevini nasıl yerine getirir? Ya süreklice dışarıdan alınan talimâtlar doğrultusunda ya da öz istemesiyle. Süreklice dışarıdan gelen dürtülere tâbî kimse, özerk olmayan, demekki rüşdünü ısbât etmemiş örf ile âdet adamıdır. Özden-buyruğu yönünde yapıp edense, özerk olan ahlâk kişisidir. Özerk olan ahlâk aşamasındaki insandır. O, gerek kendi 'ben'ine gerekse onun dışında yakın ve uzak çevresinde yer alan varolanları sırtlamış kişisi, 'yapmalıyım' 'özden-buyruğ'unu hayatın tekmil köşe bucağında eksiksizce yerine getirme çabasındaki 'benimlik' 'ödev-sorumluluk bilinci'ni taşıyan 'üstün insan' yolundaki kişidir.211
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
[i] "Wo aber Gefahr ist, wachst das Rettende auch" —"Patmos".
[ii] Bkz: EK 11e
[iii] Bkz: EK 12ye
[iv] Y sümpathia; Fr&Ing compassion.
[5] Vazife: İşe koştu/rdu; işe girdi, aldı; iş buldu, yükledi; atadı, tayin etti; yükümlü kıldı; görevlendirdi
- bkz: Hans Wehr: "Arabic - English...", 1080.s.
[6] Bkz: EK 14e
[7] Bkz: EK 15e
[8] İng chance of survival.
[9] Y sünbiosis; Fr symbiose.