Bir iknâ yahut kandırma istibdâdı (L dictatura) ortaya çıkmıştır. Mezkûr medeniyetin istisnâsız tekmil isterlerini, taleplerini kabul edip karşılayamıyorsanız, hani neredeyse insan-olma şartlarını kaybediyorsunuz demektir. Nitekim çağdaş Batı, demekki İngiliz-Yahudî medeniyetinden olmak, topyekûn medenî, değişik bir deyişle 'insan-olmak'la aynı şey demek değil de, nedir?! Kazara, 'Batı'lı olamayıp da, ne bileyim, sözgelişi Hint medeniyetindenseniz, eh artık, insan olamazsanız. 'Batılı' olmanızsa, erkekseniz meselâ, takım elbise giyinmiş, boyunbağı takmış, başınıza da şapka koymuş olmanız zorunludur. MaâzAllah, 'Yüce Ruh' (Mahatma) Gandhi ye özenip "bu, millî kılığımdır, halkımın kıyâfeti böyledir" diyerek harmaniye sarınıp yalınayak başı kabak ortalığa çıkmak gafletinde bulunursanız, düpedüz vahşî adam olarak damgalanabilirsiniz. 'Batılılık', kılık kıyâfetten tutunuz da, ta yürüyüşe, oturuşa, yeme içmeye, yazıya çiziye, mimârlık tarzı ile uslubuna, mûsıkî ile şiir, resim ile heykel sanatlarının zevklerine; üretim ile tüketim; evidâresi biçimlerine; kadın - erkek ile ebeveyn - evlâd ilişkilerine; kısacası, hayatın bütün köşe bucaklarına dek uzanan bir 'mutlak etki tahakkümü'dür. Bunun da sebebi iktisâdîdir.
- Tarih boyunca bütün toplum-kültürlerde 'iktisât', tıpkı solumak, yemek, içmek, evlenip aile kurmak gibi, üstünde durulmayacak kadar kendiliğinden anlaşılır, Frenklerin banal dedikleri, türden birtakım eylemelerin adı olmuştur. Hattâ, cinsiyet meseleleri gibi, hakkında konuşmak ayıp sayılırdı. İşte bu durumdaki 'iktisât', eşine benzerine geçmişte rastgelemeyeceğimiz yepyeni bir medeniyetle birlikte hayatın ve bilcümle ifâdelerin, başka bir sözle, söylemlerin, merkezini işğâl eder olmuştur.
- 'Makine', kısaca, kendine vucut veren parçalar ile unsurların eşgüdüm hâlinde çalışarak verim sağlayan bir işleyiş bütünlüğüdür. Bir işleyiş bütünlüğünü açıp bunun içine baktığınızda, kurucu unsurlarını yahut yapıtaşlarını teker teker görebileceğiniz, bunların arasındaki neden - etki bağıntılarını teker teker tesbit edebileceğiniz iş gören yapıdır.[1] Böylece incelenmeye, çözümlenmeye açık olan, öyleyse gizli kapaklı, kısacası esrârengîz yanları yönleri bulunmayan işleyiş bütünlüğü cinsinden mekanik yapılar insan elinden çıkmadır. İşte makine örneğinden hareketle, evrenin de bir işleyiş bütünlüğü olduğu öne sürülür olmuştur. Ne zamandır? Özellikle 1600lerden bu yana söz konusu iddia git gide güç kazanmıştır.
- İlk dönemlerde, meselâ Sir Isaac Newton'da (1642 - 1727) bu işleyiş bütünlüğünün yaratılmış olduğuna inanılıyordu. Fakat öncelikle Ondukuzuncu yüzyılla birlikte bu inanç terkedilir olmuştur. Yaratıcısı bulunmayan, işleyiş yasaları doğrultusunda ezelden ebede dönüşümler geçirerek evrilen evrenin gerek tümü gerekse kapsadıkları, ilkece açıklanabilir süreçler veya varolanlardır. Böyle işleyen evreni ve kapsadıklarını inceleyip açıklayabilecek 'ülküsel' (ideal) bilim, fizik-kimyadır. O hâlde, fizik-kimya bilimleri ile bilim kollarının açıklayamadığı süreçler yok sayılmalıdır; zirâ anlamsız, saçmadırlar. Fizik- kimya bilimlerinin, yânî çözümleyici aklın açıklamakta âciz kaldıklarına mucize diyoruz. "Ben kimim?", "nereden gelip nereye gidiyorum?", "niçin, nereden varoldum?", "'ben'imi çevreleyen bütün şu varolanların hikmetisebebi nedir?" türünden sorulardan yansıyan irâdede kendini gösterip de insanın temel insanolma hâlini oluşturan onun aslî vasfını, kimliğini çözümleyici akılla açıklamaktan kesinlikle âciziz. Demekki insan, ama beşer değil, mucizedir. İnanışı, iyilik ile güzellik değerlendirişleri, barınışı, yiyişi, içişi, korunuşu, aile ile topluluk bağlarını örüşü, sevişişi, iş görüşü, hak ile adâlet dağıtışı ve nihâyet teşkilâtlanışıyla insanın tüm kapsaycı eserine kültür diyoruz. İnsanın eseri kültür de mucizevîdir. Madem mucizede çözümleyici aklın yeri yoktur, o hâlde orada inanç, salt inanç söz konusudur. İnanıp inanmamakta ise serbestiz. Görülüyor ki, inancın bulunduğu ortamda hürlük vardır. Bir varolan insansa, onun hür olması lazım gelir. Hürse, insandır. İnsan, özden hürdür. Hürlüğün insandaki ilk ve asıl tecellî yeri, onun manevî-zihnî-ahlâkî âlemidir. Bu âlemin kötürümleşmesi, insanı hürlüğünden, dolayısıyla da insan-olma-durumundan eder. İşte, Kuf ân, serhoşluğu da bu sebeple yasaklar.
- Hür-olan, hürlüğünün hikmetisebebi demek olan kimliğini korumanın mücâdelesindedir. Kimliği olmayanın hürlüğü de yoktur. Hür-olmayan, 'mekanik'tir. Mekanik-olansa, her türlü işi direnmeden görmeğe teşnedir. İşte nasıl ilkin evren, doğa, dünya, mekanik kabul edilmişlerse, tedrîcen insan da dirim-beşer temeline indirgenerek kimliğinden, böylelikle de hürlüğünden yoksun kılınarak mekanikleştirilmiştir. Böylece o, artık sömürünün konusu kılınmıştır. Kimiliğini oluşturan cümle değerlerçin mücâdele veren 'dindar-inanan- savaşan insan', yanî mücâhid, kendine buyrulduğu biçimde hareket ve imâl eden, yiyip içen, mutlanmayan, ıztırâp çekmeyen, çiftleşip eğlenen beşer, demekki 'iktisâdiyâtcı adam'[2] derekesine düşürülmüştür. Doğanın mekanikleştirilmesine maddecilik-mekanikcilik; beşerinkineyse iktisâdiyâtcılık diyoruz. Peki bu yeni dönem nerede, ne vakit başlamıştır?
- Tanrısallık-Kutsallık - Dünyevilik Çatışması
Alman din adamı ve filozofu Martin Luthef in (1483 - 1546), Batı Avrupa Hırıstıyalığında yol açmış olduğu çatlak, Ortaçağ Hırıstıyan medeniyetini çözülmeğe sevkeden ve onun yerini alacak Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin de şartlarını hazırlayan âmillerin en önemlilerindendir. Nasıl ki, çağımızda Mikhail Sergeyeviç Gorbaçev (1931 -), Sovyetler Birliğini ıslâh edeyim derken, yerlebir ettiyse, geçmişte de benzer biçimde, Luther, Hırıstıyanlığı Latin-Roma dünyasının sultası ile çarpıtmalarından kurtarıp doğru olduğuna inandığı biçimleri, kendi halkına öğretmeğe kalktığında, giderayak Batı Avrupanın itikât manzûmesini silip süpürecek heyelânı boşandırmış oldu.
Azîz Pavlus'tan[3] sonra, Romanın merkez ülkesi İtalyaya, dolayısıyla da Batı Avrupaya Hırıstıyanlığı taşıyan Havârîlerden Azîz Petrus,[4] Papalık silsilesinin ilk halkası olmuştur.
Hırıstıyanlığın iki ana mezhebinden biri Ortodoksluk, ötekiyse Katolikliktir. İlki, başta Türkler olmak üzre, Müslüman devletlerinin hâkimiyet sahasında yaşamanın sonucunda, Hırıstıyan âleminde başat bir oruna oturamamıştır. Meydan Katolikliğe kalmıştır.
İlk dönemlerinde görmüş olduğu dehşet verici zulümlerin ardından, Hı-rıstıyanlık, Katoliklik kolundan yürüyerek, öncelikle de Roma gibi güçlü bir cihân devletinin kanatları altında serpilip Avrupanın ortalarına, güneyine, batısı ile kuzeyine kısa sayılabilecek sürede yayılmıştır.
Varlığı M.Ö. 753e değin geri götürülen Roma, devlet olarak M.S. 364te Batı ile Doğu diye ikiye ayırılmıştır. 364ten itibâren Batı Romayla birlikte Batı Avrupanın dar anlamda tarihî kimliğinin şekillendiğini görüyoruz. Bu kimliğin iki ana pâyândası var: Biri Roma devlet ile hukuk anlayışları; ötekiyse Hırıstıyanlığın, Katoliklik kolu yoluyla getirdiği itikât. Bunun da beş esâsı vardır: Teslîs (OrtL Trinitas) şeklinde üç cihetten idrâk olunan tek tanrı fikri (Deus), hayrinâyet (caritas), çile (passio), dinyayma (missionarius) ile ruhbânlık (clerus).
Asıl olan, âhıret (divinus) hayatıdır. Orada katıksız Tanrı nizâmı yürürlüktedir. Hz Adem'in hatâsı sonucunda soysopu, demekki insan, düşmüştür ('dünya': 'Düşmüşlük'). Tanrı, yarattığı insanı o kadar sever ki (caritas: Tanrı aşkı), Hz Meryem'e Kendi Ruhundan[5] 'üflediğ'i nefesten Hz İsa olmuştur.[6] O da, elçisi olarak değil, Tanrının insan sûretindeki hâliyle çarmıhta Âdemoğlunun kefâretini ödemiştir (Hz İsa'nın çilesi). Mümîn kişinin ömrü boyunca ulaşmağa can attığı biricik gâye, uhrevî hayata geri dönmek, ricat etmektir (irticâ). Bu ricatta mümîne kılavuzluk edebilecek tek mürşidikkâmil Hz İsadır (Mesîh). O ise, bedence varolmadığından, Kendisinden manen neşet edip masûm olduğuna inanılan On iki Havârîsinden özellikle Azîz Pavlus ile Azîz Petrus'tan 'el almış' olan Papa, dünya yaşamasından uhrevî hayata giden yolda kılavuzluk eder. Papa, görüldüğü gibi, artık, Tanrı temsilcisi mesâbesindedir. Papanın tanrısal yetkilerini alçalan bir sırayla belli bir zevât tevârüs eder. İşte bu kutsal zevât Ruhbân zümresidir (OrL Clericatus). Bu zümreye girmeyenlerse, 'Ruhbân-olmayanlar' (OrL Laicus) kitlesini teşkil etmişlerdir. Uzun lâfın kısası: Yaklaşık olarak M.S. Dördüncü yüzyıldan Onyedinci yüzyıla değin Batı Avrupa tarihi, bir ikili görünüm arzetmiştir. Bir yanda papazları ve keşişleriyle tanrısal yetkilerle donanmış kutsal ruhbân, öbüründeyse durmadan günâh işlemeğe teşne ruhbân-olmayan zümreler, birbirlerine karşı cephe almış durumdadırlar. Laikler (ruhbân-olmayanlar), klerikler (ruhbân) üzerinde meşrûu hiçbir denetim gücünü hâîz değilken; kleriklerin, laiklere birçok bakımdan hüküm icrâa etmekte yetkiliydiler. Bu hüküm icrâası, evlilik hayatından tutun da, meselâ ticârete dek uzanan genişmi geniş bir yelpâzeyi kapsamaktaydı. Özetle, öyle bir toplum yapısı ki, burada ya kleriksiniz ya da laiksiniz. Tıpkı ne gibi? Tıpkı kapalı devre işleyen bir askerlik teşkilâtınız varsa ve bunun mensubuysanız, askersiniz; değilseniz, sivilsiniz.
Şimdi, Müslümanlıkta böyle tanrısal yetkilerle donanmış bir hatâsız dinadamları zümresi, ilkece, bulunmadığına göre, orada ruhbân ile ruhbân-olmayan zümreler ikiliğinden elbette bahsedilemez. Öyleyse, tarihî birikimi Müslüman olan Türk kültüründe laiklik diye bir sorun'un bulunmaması gerekir. Aynı şekilde, 'irticâ' da, Yahudîlik ile Hırıstıyanlıktan idhâl olunma bir sorun'un kavramlaşmış hâlidir. Eh, olmayan sorun üstünde tartışmağa da, felsefede abesle iştiğâl denir.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
[1] Fr structure fonctionnelle.
[2] GeçL 'homo economicus'
[3] M.Ö. 5te Tarsus'ta doğduğu tahmîn edilen Azîz Pavlus, İmparator Lucius Domitius Claudius Neron (37 - 68) devrinde, M.S. 62 tarihinde Roma şehrinde idâm olunmuştur.
[4] Havarîlerden Azîz Petrus (d: ?) da, yine Neron devrinde Roma şehrinde M.S. 64te, Hz İsâ'nın dengi olmadığını göstermek maksadıyla kendini çarmıha başaşağı gerdirtmiştir.
[5] Ruhulkuddus: Sanctus Spiritus.
[6] Tanrının 'oğul'u: Filius Dei.
Ş. Teoman DURALI