Haddizâtında bildiklerimiz yahut bilebileceklerimiz, duyularımıza konu olanlardan —bilimden— ibâret değildir. Duyularımızı aşan mistik, logik, matematik, estetik ile etik bildiklerimiz yahut bilebileceklerimiz dahi vardır. Gerek duyular dünyasında gerekse mistik-logik-matematik-estetik-etik âlemde bildiklerimiz yahut bilebileceklerimiz, ilmin uğraşı alanının kapsamındadırlar. İlmin öne geçtiği yahut çok gerilere düştüğü sahalar da vardır.
Duyumlanıp algılanabilir, ölçülebilip biçimlenebilinir, kısacası maddi dediğimiz, unsurların paylarının azalıp da hakikatın gerçeklik ötesi kesimi ağır bastığı oranda, bilime mahsus positiv yahut positivimsi belirlemelerin yetersiz kaldıklarını görüyoruz. Manevi-ruhi âlemin enginlerine yelken açtıkca, kıyıda kullandığımız bilimsel yahut positiv bilgilerin, bundan böyle, işimize yaramadıklarını görürüz. Açık denizlerde bambaşka bir bilgi türüyle tanışılır: Marifet yahut irfân.
Marifet, sezgi verisi, dolaysız ve aracısız elde edilen kesinkes bilgidir: İlmulyakin. Varlığı tümlüğünde (Fr holiste) sunar; çözümlenmeye elverişli değildir.
Hakikatın fizikleşmemiş gerçeklikötesi zâtını, görme çabasındaki ilimse, 'Tasavvuf'tur. Onun konusu olan bilgiyse, 'marifet' yahut 'irfân'dır.
Gerçeklik dünyasının öğrenmek irâdesini bizde uyandıran duygu, merakken, hakikatın fizikleşmemiş gerçeklikötesi özünü yakalamak, onunla hemhâl olmak iştiyâkını 'benim'de boşandıran duyguysa, 'aşk'tır.
Gerçeklik dünyasının malûmatı ile bilimsel-positiv bilgisi, fizik esâslı sinir şebekesinin en üst mercii olan beyinde, bunun da ötesinde ilim, önemli ölçüde, Kant'ın, "Gemüt" dediği dimâğda oluşurlarken, tasavvufun sezgi verisi özden bilgi anlamındaki marifet yahut irfân, 'benim'in gönlünden doğar. Aslında 'ben'i 'benim'e dönüştüren, gönülle kopmaz bağın tesisidir. Allahın, 'benim'e aracısız hitâbı vicdândır. Onun, 'benim'e seslenişini, ilkin kendi kendime tasdik edip bilâhare bu tasdiki baştan aşağıya 'yaşayış'ıma yansıtmam, gönül adamlığımı ortaya koyar. 'Gönül adamı', haddizâtında 'Rabbani insan' demektir. Rabbani insan her lahza Allahın murâkabasını kendine şahdamarından daha yakın duyar, hisseder. Buysa, düşünülebilecek en müşkil yaşama tarzıdır. İnsanca yaşamanın manâsı, bu müşkili kayıtsız şartsız ödev bilmektir.
3. HİKMETİN BAŞI ALLAH KORKUSUDUR VE KUTSALLIĞIN BİLGİSİ AKILDIR[1]
Eflâtun, "Devlet" ile "Timaios"ta her şeyin, İyilik ideasında manâ kazandığını vazetmiştir. İyilik ideasından varlık ile öz pay alırlar. Ancak, iyiliğin kendisi, özün de ötesindedir. "İyilik, kuvve ve mehâbet itibâriyle özden olana aşkındır".[2] Böylelikle Eflâtun, 'iyiliğ'i 'aşkınlığ'ın başı olarak kabul etmiştir.[3] Buna göre, iyilik, her şeyin oluşturucusu, yapıcısı, biçimleyicisidir. Aşkın (Y epekeina) ise, mehâbet (Y presbeios) cihetiyle de, kişiyi ürpertecek raddede hürmet uyandırır.[4]
Ruhun, gönülde doğurduğu ürperti[5] duygusu, nefsî (psychique) bir duyuş olan korkudan[6] farklıdır. Korkunun doğrudan doğruya sebebi olan konular ile nesneler bulunur. Bilinmedik, beklenmedik olaylarla karşılaşıldığında, zihin, kilitlenir, tepki gösteremez olur. Böyle bir durumda kalan kişi, irâdesiz karşılık vermek demek olan içgüdülerle tepki gösterme işleyişine bağlanır. Bu çeşit korku, ürkme[7] yahut ürküntü[8] adıyla tanınır. Oysa mehâbet, böyle bir duyuş değildir. O, insanı ömrünün her ânında ürpertecek kadar derin saygı ile hayranlığın iç içe geçmiş duygu hâlidir. İşte bu duygunun olanca ağırlığını durmadan dinlenmeden yaşayan, ödev kişisidir, ödev insanıdır. Bu cins insan, ödevinden her ân özüne sorumludur. Aklın, ürettiği kavramların, duyu verisi menşeli algılar ile izlenimlerle karşılaşıp bütünleştikleri mahal olan zihinden farklı olarak, kendi başlarına kalarak dolaysız, aracısız çalıştıkları gönül, insanın özüdür. Hakkın, 'ben'deki tecellîgâhı, bundan dolayı, gönüldür, kalbtir. Zihinden kalkarak dış fizik dünyayı tanıma çabası, bilimi verirken, gönülden yahut kalbten hareketle Hakka yücelen yolun keşfiyse tasavvufun işidir. Tasavvuf, kişiyi, fışkırdığı edep pınarına götürür. Edebi tanıyıp bilmek bizi marifet yahut irfân ehli, ârif kılar. İrfân ehli olmanın temel şartı, "vicdânına, sektirmemecesine kulak ver!"; "buyruklarımı tereddütsüzce yerine getir!"dir. Bahsi geçen buyruğu yerine getiren, özünün kaynağı olan Hakkın ana vasfı 'İyiliğ'e, demekki Hayrelûlâya uygun davranmış olur. Buyruk savsaklandığı ölçüde, Nurun menbaı Allahtan uzaklaşılır. Uzaklaşıldıkca, Onun saçtığı ziyâ da zayıflar. Ziyânın var gücüyle duyumlanması iyiliğin ta kendisi demek olan Hayra yaklaşmak, alabildiğine
Hayırla ısınmaktır. Ondan nice ıraklara düşülürse, karanlık da onca artar; tıpkı yüzeyden denizin derinliklerine dalan dalgıcın güneş ışığından yoksun kalması gibi. Karanlığın ahlâktaki karşılığı kötülüktür. Demek ki zifirî karanlıkta kalmak, şerdir. Şer bahtsızlığına uğramış olanın gönlü yahut kalbi mühürlüdür. Dinî-tasavvufî bir terim olan mühürlenmiş kalbin, ruh hekimliğindeki karşılığı, ruh hastalığı, psychopathologiedir.
Aklı ile gönlünün, kalbinin sesine kulak kabartıp buyruklarına uygun davranan ahlâklı kişinin tek buyruk mercii vardır; o da, vicdânıdır. Gerek kendi ihtiyâçlarını gerekse toplumsal ile doğal dışarının zorlamaları ile zorunluluklarını kendi vicdânî mihenk taşına vurarak ayarlayıp tanzîm eden, âdildir. Bunu yapmaktan geri duran yahut kalan ise, zâlimdir. 'Kalbimiz mühürlenmiş' değilse, "...başımıza gelen musîbetler (kötülükler) kendi ellerimizle hazırlanmışlardır..." —Şûrâ/42 (30). Nihâyet, bize doğru yolu gösteren Allah, "... Kitabı ve mîzânı (ölçüyü) indirmiştir..." —Şûrâ/42 (17).
Hayrı şerden, doğruyu eğriden ayırdetme ölçüsünün bilinmesi, âdilliktir, adâlettir. Bu bilginin ışığıyla 'ben'ini perde perde aralayıp açarak özünün hakîkatına vâsıl olan 'benim', özünün bilincine erişir. 'Benim'in özüne ilişkin bilinci, ' benimin bilinci' demektir. Benimin bilincine erişmiş olansa, manevî ile maddî varlığının ölçüsünü, mîzânını tam olarak biliyor demektir. Kendine âdil davranan, dışında da adâletle eyler. Nitekim, adâletin temel yasası, "öyle davran ki, hem kendinin hem de başkalarının kişiliğinde insanlık haysiyetine dâima saygı gösteresin, ve aynı zamanda kişiyi amac addedip onu hiçbir vakit yalınkat arac olarak kullanmayasın"[9] düstûrudur. Ödevin aslı esâsı, kişinin kendi 'ben'i ile 'benim'ine ve dışarısına âdil olmasıdır. Değişmez ölçüye, görelilik kabul etmez yasaya uygun davranmasıdır; yanî: "Ödev, yasa saygısından doğan bir davranış zorunluluğudur."[10]
Temel yasanın, deyim yerindeyse, fışkırdığı pınar neresidir? Kaynağı meçhûl gelişigüzel kotarılmış dünya-beşer mamûlü temel yasa, tabîî ki, adâleti temîn etmez, edemez. Ana yasanın, temel ölçünün, alî mîzânın kaynağı tektir: Haktadır, Rabdedir. 'Yasa'nın lafzını, Elçileri yoluyla 'benim'e hitâb eden Rabbin tebliğinden devşirir, bilâhare 'benim'e seslenişi demek olan vicdârnmdan işitir, dinlerim. Bahsolunan iki yolu terkederek temel mîzânı, ana yasayı beşerin kurduğu keyfî ve izâfî ölçülerinde arayanlar, Millî toplumcu[11] Almanya yapımı 'Nihâî çâre'[12] ile topyekûn katliâmın müelliflerinden Adolf Eichmanriın (1906-1962), Tel Aviv'de 1962nin 2 nisanından 11 aralığına değin sürmüş duruşmasında yaptığı savunmadaki acıklı çelişkiyi paylaşırlar: "Başta Führer olmak üzre, üstlerimin verdikleri buyrukları infâz etmek, yasaya göre, ödevimdi"![13]
Adolf Eichmann'ın bu tarihî beyânı, meşrulûuk kaynağını Tebliğ ile vicdân çiftinde bulan 'benimine-mâlik-inanan-savaşan-hâlis-insan'ı parçalayıp berhava ederek onun yerine 'nefsânî-insâfsız-sömürgen-kibirli-ben-beşer'i inşâa etmiş Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile onun devâmı Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetlerinin enfes bir hulâsasını gözlerimizin önüne sermektedir.
Yukarıda tasvîr ettiğimiz acıklı durumun zıttıysa, özbilincinde olan, işte hâlis insanda tecellî eder: "... İtaat, makul ve meşrûu buyruklarçin söz konusudur ancak!" —Hadîs.[14]
"En yüce savaş (Ar cihâd el-ekber), zâlim buyrukcuya doğruyu söylemektir!" —Hadîs.[15]
Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.
[1] Ahdiatik, "Süleyman'ın Meselleri", 9/10; ve "Mezmurlar", 111/10.
[2] "All'eti epekeina tes ousias presbeia kai dünamei hüpepekhontos" ("Devlet", VI, 509b/9f).
[3] Bkz: Joachim Ritter & Karlfried Gründer: "Historisches Wörterbuch der Philosophie", 4. cilt: I - K, 58.&59.syflr.
[4] L veneratio; Alm Würde.
[5] Alm Furcht; Fr peur.
[6] Alm Angst; Fr anxiete.
[7] Alm Schrecken; Fr effroi, frayeur.
[8] Alm Erschrecken, Massenangst; Fr panique.
[9] Immanuel Kant: "Kritik der praktischen Vernunft".
[10] Immanuel Kant: "Pflicht ist die Notwendigkeit einer Handlung aus Achtung vor dem Gesetz" — "Kritik der praktischen Vernunft", IV/400.
[11] Fr National Socialiste.
[12] Alm 'Endlösung'.
[13] Bkz: Wolfgang Benz, Hermann Graml & Hermann Weifi: "Enzyklopadie des Nationalsozialismus", 794.& 832.syflr.
[14] "Sahîh-i Buharîve Tercemesi", 9.c, 4036.s.
[15] Câmi, I, 41.s.